İçeriğe atla

Yirmi Sekizinci Lem'a/en: Revizyonlar arasındaki fark

"'''Halil İbrahim'''" içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu
Değişiklik özeti yok
("'''Halil İbrahim'''" içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
 
(Aynı kullanıcının aradaki diğer 27 değişikliği gösterilmiyor)
5. satır: 5. satır:
</div>
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Nükte"></span>
== İkinci Nükte ==
==SECOND POINT==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I created not jinn and mankind except that they might worship me. * No sustenance do I require of them, nor do I require that they should feed me. * For God is He Who gives [all] sustenance—Lord of  Power—Steadfast [for ever].(51:56-8)
وَمَا خَلَق۟تُ ال۟جِنَّ وَال۟اِن۟سَ اِلَّا لِيَع۟بُدُونِ ۝ مَٓا اُرٖيدُ مِن۟هُم۟ مِن۟ رِز۟قٍ وَمَٓا اُرٖيدُ اَن۟ يُط۟عِمُونِ ۝ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو ال۟قُوَّةِ ال۟مَتٖينُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For a long time these verses worried my mind, since according to many Qur’anic commentaries their  apparent meaning did not reflect the Qur’an’s  elevated miraculousness. I shall now explain briefly three aspects of their extremely beautiful and exalted meanings, which proceed from the effulgence of the Qur’an.
Şu âyet-i kerîmenin zâhir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek ifade-i i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’an’ın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç vechini icmalen beyan edeceğiz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First:''' Sometimes Almighty God attributes to Himself certain states that could pertain to His Messenger, so as to honour and exalt him.
'''Birincisi:''' Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazen kendine isnad eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Here too, the verses, “I created you for worship; not to give Me sustenance and feed me,” have this meaning: “My Messenger does not want a wage, recompense, or reward, or to be fed in return for his duty of messengership and conveying to you the obligations of worship;they refer to the Noble Messenger (Upon whom be blessings and peace) being given food and sustenance. Otherwise it would be making known something self-evident and clear, and would be incompatible with the Qur’an’s miraculous eloquence.
İşte burada da: “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez.manasında “Ben sizi ibadet için halk etmişim, bana rızık vermek ve it’am etmek için değil.” mealindeki âyet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma ait it’am ve irzakı murad etmek gerektir. Yoksa gayet bedihî bir malûmu i’lam kabîlinden olur, i’caz-ı Kur’an’ın belâgatına uygun gelmez.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second Aspect:''' Man is excessively preoccupied with his sustenance. So lest he is deluded into making his winning it a pretext for neglecting worship, or making it an excuse, the verse says: “You were created for worship. The result of your creation is worship. Winning sustenance is worship of a sort, from the point of view of its  being a divine command. I have undertaken to provide your sustenance and that of your families and animals, my creatures; it pertains to me; you were not created to procure food and sustenance, for I am the Provider. I provide the sustenance of my servants, your dependants. So do not make it an excuse and give up worship!”
'''İkinci Vecih:''' İnsan rızka çok müptela olduğu için rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerîme diyor ki: “Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızık ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz!”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If its meaning is not this, it becomes a statement of the obvious, for to provide Almighty God with food and  sustenance is self-evidently impossible. It is an established rule of rhetoric that if the meaning of a sentence is clear and obvious, it is not that meaning which is intended, but a meaning necessitated by it and dependent on it. For example, if you say to someone: “You are a hafiz,it is stating the obvious. The intended meaning is “I know that you are a hafiz.” You are informing him because he did not know that you knew.
Eğer bu mana olmazsa Cenab-ı Hakk’a rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti bedihî ve malûm olduğundan, i’lam-ı malûm kabîlinden olur. İlm-i belâgatta bir kaide-i mukarreredir ki: '''Bir kelâmın manası malûm ve bedihî ise o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tabii muraddır.''' Mesela sen, birisine desen: “Sen hâfızsın.O, malûmunu i’lam kabîlinden olur. Demek, maksud manası budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, in consequence of this rule, the meaning of the  verse, in which the prohibition of giving food to Almighty God is a metaphor, is this: “You were not created in order to produce food for My creatures, which are Mine and the providing of whose  sustenance I have undertaken. Your fundamental duty is worship. But to strive  to  procure sustenance in accordance with  My commands is also a sort of worship.”
İşte bu kaideye binaen, âyet Cenab-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’am etmeyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Third Aspect:''' In Sura al-Ikhlas the apparent meaning of,He begets not, nor is He begotten(112:3) is self-evident and obvious, hence another meaning is intended which is necessitated by it. That  is to say, Almighty God states extremely clearly and self-evidently “He begets not, nor  is He begotten,” meaning: “Anyone who  has a father and mother cannot be a god,” and,  “pre-eternal and post-eternal,” to deny the divinity of Jesus (UWP), and of Uzayr, and the angels, and stars, and other false gods. It is just the same  with  our  example,  the  verse, “The  All-Glorious  Provider,  your  object  of worship, does not require sustenance for  Himself, you were not created to provide Him with  food”  means: “Things  with  the  ability  to  receive  sustenance  and  food cannot  be  gods  and  objects  of  worship,”  meaning:  “Beings  that  are  in  need  of sustenance and being provided for are not worthy of worship.
'''Üçüncü Vecih:''' Sure-i İhlas’ta nasıl ki لَم۟ يَلِد۟ وَ لَم۟ يُولَد۟ zâhir manası malûm ve bedihî olduğundan o mananın bir lâzımı muraddır. Yani “Valide ve veledi bulunanlar, ilah olamazlar.manasında ve Hazret-i İsa (as) ve Üzeyr (as) ve melâike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyetlerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın لَم۟ يَلِد۟ وَ لَم۟ يُولَد۟ gayet bedihî ve malûm hükmettiği gibi aynen onun gibi bu misalimizde de “Rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, ilah ve mabud olamazlar.” manasında, Mabud’unuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller, demektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Said Nursî'''
'''Said Nursî'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="اَو۟_هُم۟_قَٓائِلُونَ_۝_بِسْمِ_اللّٰهِ_الرَّحْمٰنِ_الرَّح۪يمِ"></span>
=== اَو۟ هُم۟ قَٓائِلُونَ ۝  بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ===
===In the Name of God, the Merciful, the Compassionate. Or while they slept for their afternoon rest.(7:4)===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This was written in connection with Re’fet being curious and asking about the word ‘qa’ilun – slept for their afternoon rest – in the verse, “Or while they slept for their afternoon rest” and to prevent his diamond-like pen becoming idle in prison, and lethargic, as a result of sleeping after the morning prayer like the others.
Re’fet اَو۟ هُم۟ قَٓائِلُونَ âyet-i celilesindeki قَٓائِلُونَ kelimesinin manasını merak edip sorması münasebetiyle ve hapiste sabah namazından sonra sairler gibi yatmasından gelen rehavet dolayısıyla, elmas gibi kalemini atalete uğratmamak için yazılmıştır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Sleep is of three sorts:
'''Uyku üç nevidir:'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First''' is Ghaylula. This is from pre-dawn to forty minutes or so after the sun has  risen,  the time when prayer  is lawful but reprehensible.
'''Birincisi:''' Gayluledir ki fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Sleep at this time is contrary to the Practices of the Prophet (UWBP), since according to Hadiths, it leads to a decrease in livelihood and its being unfruitful. The most appropriate time for preparing to earn one’s living is when it is cool. One is overcome by lethargy when this has passed. It has been established  by  many  experiences  that  this is  both detrimental to the day’s labour and indirectly to one’s livelihood, and is the cause of unfruitfulness.
Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadîsçe sebebiyet verdiği için hilaf-ı sünnettir. Çünkü rızık için sa’y etmenin mukaddimatını ihzar etmenin en münasip zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa’ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second''' is Faylula. This is from the afternoon prayer till sunset.
'''İkincisi:''' Feyluledir ki ikindi namazından sonra mağribe kadardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Sleep at this time leads to a diminution of life, that is, it makes life that day shorter and pass in a state  of semi-sleep  and  drowsiness, thus causing  a  physical  deficiency to life. Moreover, immaterially, since most of the day’s results, material and immaterial, become  apparent  after  the afternoon prayer, to pass that  time in sleep  as though prevents the results being reaped and the day becomes as though unlived.
Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlûd, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddî bir noksaniyet gösterdiği gibi; manevî cihetiyle de o gün hayatının maddî ve manevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Third is Qaylula, which is in accord with the Prophet’s (UWBP) practices.(*<ref>*Ibn Maja, Siyam, 22; al-Munawi, Fayd al-Qadir, iv, 531; al-‘Ajluni, Kashf al-Khafa’, 330; al- Albani, Sahih Jami‘ al-Saghir, No: 4307.</ref>)
'''Üçüncüsü:''' Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyedir. Duha vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is from mid-morning to just past noon. Such sleep is Sunna since it allows a person to rise at night to pray. So too it is the custom in the Arabian Peninsula to rest from work at noon  when it  is  intensely hot, corroborating this practice of the Prophet (UWBP). This sleep  augments both life and sustenance. For half an hour’s Qaylula sleep is the equivalent of two hours’ sleep at night. This means it adds one and a half hours’ to a person’s life every day. It  saves one and a half hours from the hand of sleep, the brother of death, and gives it life, increasing the time of working for one’s livelihood.
Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü’l-Arap’ta vaktü’z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan o sünnet-i seniyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku hem ömrü hem rızkı tezyide medardır. Çünkü yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne her gün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rızık için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilâve ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Said Nursî'''
'''Said Nursî'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="“Bu_da_güzeldir.”"></span>
=== “Bu da güzeldir.” ===
===“This is good as well”===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
While reciting, “Endless blessings and endless peace be upon you, O Messenger of God!” in the tesbihat following the prayers, I saw from afar a subtle point which gradually unfolded. I was unable to grasp all of it, and shall recount one or two sentences by way of alluding to it.
اَل۟فُ اَل۟فِ صَلَاةٍ وَ اَل۟فُ اَل۟فِ سَلَامٍ عَلَي۟كَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ cümlesi, namaz tesbihatında okunurken inkişaf eden latîf bir nükteyi uzaktan uzağa gördüm. Tamamını tutamadım fakat işaret nevinden bir iki cümlesini söyleyeceğim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I saw that the world of the night is like a newly opened dwelling of the world. I entered it during ‘Isha, the prayer at nightfall. Since man is connected to all the world, through an extraordinary expansion of the imagination I saw the mighty world that night as a dwelling. Living creatures and men became so tiny they were invisible. I observed with the  imagination  that the only thing that inhabited the dwelling and made it familiar, and filled it with light, was the collective personality of Muhammad (UWBP).
Gördüm ki gece âlemi, dünyanın yeni açılmış bir menzili gibidir. Yatsı namazında o âleme girdim. Hayalin fevkalâde inbisatından ve mahiyet-i insaniyenin bütün dünya ile alâkadarlığından, koca dünyayı o gecede bir menzil gibi gördüm. Zîhayatlar ve insanlar o derece küçüldüler, görünmeyecek derecede küçüldüler. Yalnız o menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran tek şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (asm) hayalen müşahede ettim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As a person greets those present when he enters a  house, I was overwhelmed with the desire to say: “Endless peace be upon you, O Messenger of God!”(*<ref>*The divine mercy received by Muhammad (UWBP) looks to the needs of all his community through all eternity. For which reason, endless greetings are appropriate. If someone enters a vast house like the world, desolate and empty and dark due to heedlessness, how frightened and dismayed he will be. Then suddenly the house is lit up and a familiar, friendly, lovable and beloved Lieutenant appears in the forefront. If he describes and makes known the house’s Compassionate and Generous Owner through all its fittings and furnishings, you can understand what joy, familiarity, happiness, light, and ease it will give. From this you may appreciate the value and pleasure of the greetings for the Messenger (UWBP).</ref>)It was as though I was greeting him to the number of all men and jinn. That is to say, I offered greetings, meaning: I renew my allegiance to you, accept your mission, submit to the laws and commands you brought, and state through the greetings that they will be safe from our assaults, and making speak all the parts of my world and all jinn and men, all conscious beings, I offer greetings in their name.
Bir adam yeni bir menzile girdiği zaman, menzildeki zatlara selâm ettiği gibi “Binler selâm (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Zat-ı Ahmediye’ye (asm) gelen rahmet, umum ümmetin ebedî zamandaki ihtiyacatına bakıyor. Onun için gayr-ı mütenahî salât yerindedir. Acaba dünya gibi koca, büyük ve gafletle karanlıklı, vahşetli ve hâlî bir haneye birisi girse ne kadar tedehhüş, tevahhuş, telaş eder ve birden o haneyi tenvir ederek enis, munis, habib, mahbub bir Yaver-i Ekrem sadırda görünüp, o hanenin Mâlik-i Rahîm-i Kerîm’ini o hanenin her eşyasıyla tarif edip tanıttırsa ne kadar sevinç, ünsiyet, sürur, ışık, ferah verdiğini kıyas ediniz. Zat-ı Risalet’teki salavatın kıymetini ve lezzetini takdir ediniz.</ref>) sana yâ Resulallah!” demeye bir arzuyu içimde coşar buldum. Güya bütün ins ve cinnin adedince selâm ediyorum, yani sana tecdid-i biat, memuriyetini kabul ve getirdiğin kanunlarına itaat ve evamirine teslim ve taarruzumuzdan selâmet bulacağını selâm ile ifade edip; benim dünyamın eczaları, zîşuur mahlukları olan umum cin ve insi konuşturup, her birerlerinin namına bir selâmı, mezkûr manalarla takdim ettim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As he illuminated my world through the light and gift  he brought, so he illuminates and fills with bounties the worlds of everyone in this world. In grateful response  for the gift, I exclaimed: “Endless blessings be upon you!” That is, “We cannot respond to this  goodness of yours, so we show our gratitude to you by beseeching that mercy be bestowed upon you from our Creator’s treasury of mercy, to the  number  of  the  inhabitants of the heavens.” I perceived this meaning  in my imagination.
Hem o getirdiği nur ve hediye ile benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi herkesin bu dünyadaki dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor diye o hediyesine şâkirane bir mukabele nevinden “Binler salavat sana insin!” dedim. Yani senin bu iyiliğine karşı biz mukabele edemiyoruz, belki Hâlık’ımızın hazine-i rahmetinden gelen ve semavat ehlinin adedince rahmetler sana gelmesini niyaz ile şükranımızı izhar ediyoruz, manasını hayalen hissettim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In respect of his worship and on account of his being turned from creation to Creator,  the  person  of  Muhammad  (UWBP) requires  blessings  which  have  the meaning of mercy. While in respect of his messengership and being the envoy sent from Creator to creation, he requires peace. He is worthy of peace to the number of jinn and men, and we offer a general renewal of our allegiance to their number.
O Zat-ı Ahmediye (asm) ubudiyeti cihetiyle –halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle– rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle –Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle– selâm ister. Nasıl ki cin ve ins adedince selâma lâyık ve cin ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten her birinin namına bir salâta lâyıktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
So too he is worthy of blessings from the treasury of mercy to the number of the inhabitants of the heavens and in the name of all of them. For it was through the Light he brought that the perfections of all things became apparent, and the value of beings was made manifest, and the dominical duties of creatures could be observed, and the divine purposes in creatures were  made known. Therefore, if all things uttered verbally what they express through their  tongues  of disposition, it is certain that they would declare: “Blessings and peace be upon you, O Messenger of God!”, and we say in the name of all of them: “Endless blessings and endless peace be upon you O Prophet of God, to the number of jinn and men, and of angels  and stars!”
Çünkü getirdiği nur ile her bir şeyin kemali görünür ve her bir mevcudun kıymeti tezahür eder ve her bir mahlukun vazife-i Rabbaniyesi müşahede olunur ve her bir masnûdaki makasıd-ı İlahiye tecelli eder. Onun için her bir şey, lisan-ı hal ile olduğu gibi lisan-ı kāli de olsaydı اَلصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلَي۟كَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ diyecekleri kat’î olduğundan biz umum onların namına اَل۟فُ اَل۟فِ صَلَاةٍ وَ اَل۟فُ اَل۟فِ سَلَامٍ عَلَي۟كَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ بِعَدَدِ ال۟جِنِّ وَ ال۟اِن۟سِ وَ بِعَدَدِ ال۟مَلَكِ وَ النُّجُومِ manen deriz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is enough that Allah grants him blessings, And assigns him peace and benedictions.
فَيَك۟فٖيكَ اَنَّ اللّٰهَ صَلّٰى بِنَف۟سِهٖ وَ اَم۟لَاكَهُ صَلَّت۟ عَلَي۟هِ وَ سَلَّمَت۟
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Said Nursî'''
'''Said Nursî'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Aziz_kardeşim!"></span>
=== Aziz kardeşim! ===
===My Dear Brother!===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
You want an explanation of the Unity of Existence. In one of the Flashes of the Thirty-First Letter there is a very powerful and elucidating answer to Muhyiddin’s ideas concerning this matter. For now we just say the following:
Vahdetü’l-vücuda dair bir parça izahat istiyorsunuz. Bu meseleye dair Otuz Birinci Mektup’un bir Lem’a’sında, Hazret-i Muhyiddin’in bu meseledeki fikrine karşı gayet kuvvetli ve izahlı bir cevap vardır. Şimdilik bu kadar deriz ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Teaching this question of the Unity of Existence to people at the present time causes  serious harm. Like when metaphors and similes pass from the hands of the learned to those of the common people and knowledge passes from scholars to the ignorant, they are thought to be literally true,(*<ref>*Just like the two angels, called the Bull and the Fish in connection with certain metaphors, were supposed by the common people to be a vast bull and enormous fish.</ref>)so when elevated truths such as the Unity of Existence pass to the heedless and to the common people submerged in causes, they are thought to be Nature, and cause three significant instances of harm.
Bu mesele-i vahdetü’l-vücudu şimdiki insanlara telkin etmek, ciddi zarar verir. Nasıl ki teşbihat ve temsiller, havassın elinden avamın eline ve ilmin elinden cehlin eline girse hakikat telakki edilir. (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Nasıl ki iki melâike, teşbihin sırrı münasebetiyle Sevr ve Hut tesmiye edilen, avamca koca bir öküz ve koca bir balık telakki edilmiştir.</ref>) Öyle de vahdetü’l-vücud meselesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First:''' The way of the Unity of Existence is quite simply to deny the universe on account of Almighty God. Despite this, when it is adopted by the heedless common people  and enters their ideas which are tainted by materialist thought in particular, it  leads to denial of the Godhead on account of the  universe  and materiality.
'''Birincisi:''' Vahdetü’l-vücudun meşrebi, Cenab-ı Hak hesabına kâinatı âdeta inkâr etmek iken, avama girdikçe; gafil avamlara, hususan maddiyyun fikirleriyle âlûde olan fikirlere girdikçe, kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second:''' The way of the Unity of Existence rejects the dominicality of anything other than God so vehemently that it denies everything other than God and removes duality. Since it does not recognize the independent existence of anything, let alone that of evil-commanding souls, with the predominance of the idea of nature at this time and pride and egotism inflating the evil-commanding soul and causing the hereafter and the Creator to be forgotten, to inculcate the Unity of Existence in people whose evil-commanding souls are small pharaohs and quite simply are disposed to taking their own selves as their objects of worship, so inflates the evil-commanding soul that – I seek refuge with God – it can no longer be contained.
'''İkincisi:''' Vahdetü’l-vücud meşrebi, mâsiva-yı İlahînin rububiyetini o derece şiddetle reddeder ki mâsivayı inkâr ve ikiliği ref’ediyor. Değil nüfus-u emmarenin belki her bir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilasıyla ve gurur ve enaniyetin nefs-i emmareyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlık’ı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare küçük birer firavun, âdeta nefsini mabud ittihaz etmek istidadında bulunan insanlara vahdetü’l-vücudu telkin etmek, nefs-i emmareyi –el-iyazü billah– öyle şımartır ki ele avuca sığmaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Third:''' While the All-Glorious One is free and exempt from, pure of and exalted above all change, alteration, division, and being comprehended in time or place, the  Unity of Existence gives rise to conceptions that are not fitting for His necessary existence, holiness, and being free of all defect, and leads to false teachings.
'''Üçüncüsü:''' Tagayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zat-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve takaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, if one who speaks of the Unit y of Existence rises in the mind from the ground to the Pleiades, leaves the universe  behind and fixes his gaze on the sublime throne, ecstatically reckoning the universe to  be  non-existent, through the strength of his belief he may see everything to be directly from the Single One of Unity. But the person who stands behind the universe and looks at it, and sees causes before him and looks from the ground may possibly become submerged in causes and immersed in the swamp of nature.
Evet vahdetü’l-vücuddan bahseden; fikren serâdan süreyyaya çıkarak, kâinatı arkasında bırakıp nazarını arş-ı a’lâya diken, istiğrakî bir surette kâinatı ma’dum sayıp her şeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vâhid-i Ehad’den görebilir. Yoksa kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbab içinde boğulup, tabiat bataklığına düşmek ihtimali var.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The person who rises in the mind to the divine throne may say like Jalaluddin Rumi: “Listen! The words you hear uttered by everyone, you may hear as uttered by Almighty God, like natural gramophones.” But if you say to the one who cannot  rise as high as Jalaluddin, nor see all beings from the ground to the divine throne  in  the form of mirrors: “Listen! You will hear the divine  speech  from everything,” he will in  effect fall from the throne to the ground, and will also be afflicted by false imaginings contrary to the truth!
Fikren arşa çıkan, Celaleddin-i Rumî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenab-ı Hak’tan işitebilirsin.” Yoksa Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudatı âyine şeklinde görmeyen adama “Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin.desen manen arştan ferşe sukut eder gibi hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı bâtılaya giriftar olur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Say: “God [sent it down]”: then leave them to plunge in vain discourse and trifling.(6:91)
قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَر۟هُم۟ فٖى خَو۟ضِهِم۟ يَل۟عَبُونَ ۝ مَا لِلتُّرَابِ وَ لِرَبِّ ال۟اَر۟بَابِ ۝
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Glory be to the One whose Essence is holy above anything similar to It and whose attributes are free of anything resembling them, and whose signs testify to His dominicality, may His glory be exalted, for there is no god but He.
سُب۟حَانَ مَن۟ تَقَدَّسَ عَنِ ال۟اَش۟بَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَت۟ عَن۟ مُشَابَهَةِ ال۟اَم۟ثَالِ صِفَاتُهُ وَشَهِدَ عَلٰى رُبُوبِيَّتِهٖ اٰيَاتُهُ جَلَّ جَلَالُهُ وَلَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Said Nursî'''
'''Said Nursî'''
</div>


<span id="Bir_Suale_Cevap"></span>
<span id="Bir_Suale_Cevap"></span>
220. satır: 142. satır:
'''Said Nursî'''
'''Said Nursî'''


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Manidar_Bir_Tevafuk-u_Latîfe"></span>
=== Manidar Bir Tevafuk-u Latîfe ===
===A Meaningful and Subtle ‘Coincidence’===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The ‘coincidence’(*<ref>*For ‘coincidence’ (tevâfuk), see, note 22, page 199. (Tr.)</ref>)of Article 163,(*<ref>*Article 163 of the Turkish Criminal Code. (Tr.)</ref>)under which the Risale-i Nur students were charged and sentenced, and the number of deputies, one hundred and sixty-three out of two hundred, who allotted one hundred and fifty thousand liras for the medrese(*<ref>*This refers to the Medresetü’z-Zehra. See, note 21, page 325. (Tr.)</ref>)of the  Risale-i Nur’s  author in effect says this: the appreciative  signatures of one hundred and sixty-three deputies of the government of the republic quashes the ruling of Article 163 of the Criminal Code concerning him.
Risale-i Nur şakirdlerini ittiham ettikleri ve cezalarını istedikleri 163’üncü maddesine, Risale-i Nur müellifinin medresesine, yüz elli bin lira verilmesine dair lâyihanın, 200 mebustan 163 mebusun adedine tevafuk edip, manen o tevafuk diyor ki: Hükûmet-i cumhuriyenin 163 mebusun takdirkârane imzaları, 163’üncü madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında iptal ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Another subtle and meaningful ‘coincidence’ is this: the one hundred and twenty- eight  parts of the Risale-i Nur are put together in one hundred and fifteen booklets. The number of  days from when the Risale-i Nur students and its author were first arrested on 27th April, 1935 to the date on which the court passed judgement on 19th August, 1935 was one hundred and fifteen coinciding with the number of books of the Risale-i Nur. In addition, the one hundred and fifteen people found guilty coincides with  the  number  exactly,  showing  that  the  calamity  visited  on  the  Risale-i Nur students and its author is being regulated by a Hand of Favour.(*<ref>*It is worth noting that the arrests of some of the Risale-i Nur students started on 25 April 1935. Thus, because in the indictment one hundred and seventeen people were cited as guilty – the names of two of them had been repeated – the number shown for the students was one hundred and seventeen, this coincided with the one hundred and seventeen days from the date that group were arrested to the date of the court’s judgement, adding a further subtlety to the former ‘coincidence.</ref>)
Hem yine manidar tevafukat-ı latîfedendir ki Risale-i Nur’un 128 parçası, 115 parça kitap ediyor. Risale-i Nur’un şakirdlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan 27 Nisan 1935 tarihi ile mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan 19 Ağustos 1935 tarihi olmasına nazaran, 115 gün olup Risale-i Nur kitapları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak edilen 115 suçlu gösterilen eşhasın da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi gösteriyor ki: Risale-i Nur müellifinin ve şakirdlerinin başına gelen musibet, bir dest-i inayetle tanzim ediliyor. (Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Cây-ı dikkattir ki Risale-i Nur şakirdlerinin tevkiflerinin bir kısmı 25 Nisan 1935 tarihinde başlamış olup, kararnamede suçlu gösterilen 117 kimse ise de ikisinin ismi mükerrer olmasına nazaran bu suretle şakirdlerin adedi 117 adedine o kısmın tevkifinden hüküm tarihine kadar 117 gün olmakla tevafuk edip evvelki tevafukata bir letafet daha katmıştır.</ref>)
</div>




357. satır: 274. satır:
</div>
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Halil İbrahim'''
'''Halil İbrahim'''
</div>


<span id="Yirmi_Sekizinci_Lem’a’nın_Yirmi_Sekizinci_Nüktesi"></span>
<span id="Yirmi_Sekizinci_Lem’a’nın_Yirmi_Sekizinci_Nüktesi"></span>