İçeriğe atla

Yirmi Sekizinci Mektup/en: Revizyonlar arasındaki fark

"------ <center> The Twenty-Seventh Letter ⇐ | The Letters | ⇒ The Twenty-Ninth Letter </center> ------" içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu
("Also, a young bee newly come into the world, flies a day’s distance when only a day old without losing its way, and through that drive of divine determining and inspiring impulse, returns to its hive." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
("------ <center> The Twenty-Seventh Letter ⇐ | The Letters | ⇒ The Twenty-Ninth Letter </center> ------" içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
 
(Aynı kullanıcının aradaki diğer 169 değişikliği gösterilmiyor)
61. satır: 61. satır:
Thus, ordinary people even may manifest a sort of sainthood by virtue of which in true dreams, they dream of things appertaining to the Unseen and the future like the saints. Yes,  for  ordinary people, in respect of true dreams sleep may resemble a degree of sainthood. So too, it is for everyone a splendid dominical cinema. However, those with good morals think  good thoughts, and someone who has good thoughts dreams of good things. But since those  with bad morals think bad thoughts, they dream of bad things.
Thus, ordinary people even may manifest a sort of sainthood by virtue of which in true dreams, they dream of things appertaining to the Unseen and the future like the saints. Yes,  for  ordinary people, in respect of true dreams sleep may resemble a degree of sainthood. So too, it is for everyone a splendid dominical cinema. However, those with good morals think  good thoughts, and someone who has good thoughts dreams of good things. But since those  with bad morals think bad thoughts, they dream of bad things.


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, for everyone, true dreams are windows in the Manifest World that look onto the World of the Unseen. For restricted, ephemeral human beings, they are also an arena of infinite proportions  manifesting a sort of eternity, and a place for gazing on the past and the future as though  they were the present. They are also a resting-place for beings with spirits, crushed as they  are beneath the responsibilities of life and who suffer great hardship.
Hem herkes için âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem mukayyed ve fâni insanlar için saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır. Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is for reasons similar to these that with verses like: “And We made your sleep for rest,”(78:9) the All-Wise Qur’an teaches about sleep (hakikat-i nevmiye), giving it importance.
İşte bu gibi sırlar içindir ki Kur’an-ı Hakîm وَجَعَل۟نَا نَو۟مَكُم۟ سُبَاتًا nevindeki âyetlerle, hakikat-i nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncısı_ve_en_mühimmi:"></span>
=== Altıncısı ve en mühimmi: ===
===The Sixth and Most Important===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Having experienced them numerous times, true dreams have become for me decisive  proofs  at  the  degree  of  absolute  certainty  (hakkalyakîn)  that  divine determining encompasses all things.
Rüya-yı sadıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübatımla, kader-i İlahînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i kātı’ hükmüne geçmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Especially the last few years, these dreams have reached such a  degree  that they have made me certain that the most insignificant events and unimportant dealings and even the most commonplace conversations I will have  the  following day are  written  and  ordained  before  they occur, and  that  by dreaming of them the night before, I have read them not with my tongue but with my eyes. Not once,not a hundred times, but perhaps a thousand times, the things  I have said in my dreams or the people I have dreamt of at night, although I had not thought of them at all, have turned out  exactly or with little interpretation the following day.
Evet bu rüyalar, benim için hususan bu birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki mesela, yarın başıma gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelat ve hattâ en âdi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu ve gecede onları görmekle, dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kat’î olmuştur. Bir değil, yüz değil belki bin defa; gecede, hiç düşünmediğim halde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim meseleler, o gecenin gündüzünde az bir tabir ile aynen çıkıyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It means that the most trivial things are both recorded and written before they happen. That is to say, there is no chance or coincidence, events do not occur haphazardly, they are not without order.
'''Demek, en cüz’î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedincisi:"></span>
=== Yedincisi: ===
===The Seventh===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Your beautiful, blessed, and auspicious dream was very good for the Qur’an and for us. Also, time has interpreted it and is interpreting it; there is no need for me to do so. Its partial  interpretation also turned out well. If you study it carefully, you will understand. I shall point out only one or two aspects. That is, I shall explain a truth (hakikat). The visions you have  had, which are like the true meanings (hakikat) of dreams, are the representations of those true meanings. It is like this:
Senin müjdeli, mübarek ve güzel rüyanın tabiri, Kur’an için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç bırakmıyor. Hem kısmen tabiri güzel olarak çıkmış. Sen dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz. Senin hakikat-i rüya nevinden olan vakıalar, o hakikatin temessülatıdır. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That vast field was the world of Islam. The mosque at its end was the province of Isparta. The muddy water around it was the swamp of the dissoluteness, idleness, and innovations of the present time. Your swiftly reaching the mosque safely and without being contaminated by the mud was a sign that you took up the lights of the Qur’an before everyone else, and had  remained unspoilt with your heart uncorrupted. The small congregation in the mosque consisted of some of the people who have taken the Words upon themselves, like Hakkı, Hulûsi, Sabri, Süleyman, Rüştü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühtü, Lûtfi, Husrev, and Re’fet. As for the small platform, it was a small village like Barla. The loud voice was an allusion to the power and  rapid spread of the Words. The place  assigned  to  you  in the  first  row,  was that vacated  for  you  by Abdurrahman. The  indication  and  fact  that  the  congregation,  as  though  wireless receivers, wanted to make the whole world hear its teachings, will turn out at a later date, God willing. If the people now are like small seeds, with divine assistance, in the future they will all be like tall trees and telegraph offices. As for the turbanned youth, he  is  someone  who  will  work  together  with  Hulûsi,  or  even surpass  him;  he  is destined to become one of the students and those who disseminate the Words. I can think of some of them, but I cannot say definitely. The youth is someone who will come  into  prominence  through  the  power  of  sainthood. You  can  interpret  the remaining points instead of me.
O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyet’tir. Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atalet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, süratle mescide eriştiğin; herkesten evvel envar-ı Kur’aniyeye sahip çıkıp kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re’fet gibi Sözler’in hameleleridir. Ufak kürsü ise Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise Sözler’deki kuvvet ve sürat-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise Abdurrahman’dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikati ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de ileride tevfik-i İlahî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı küçük genç bir zat ise Hulusi’ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, nâşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim fakat kat’î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atılacak bir zattır. Sair noktaları sen benim bedelime tabir et.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Speaking with friends like you is both agreeable and acceptable, so I have spoken at length about this brief matter, and perhaps I have been prodigal. But since I began with the intention of showing a way of expounding the Qur’an’s verses about sleep, God willing, my prodigality will be forgiven, or not be prodigality even.
Senin gibi dostlarla uzun konuşmak hem tatlı hem makbul olduğundan; şu kısa meselede uzun konuştum, belki de israf ettim. Fakat nevme ait olan âyât-ı Kur’aniyenin bir nevi tefsirine işaret etmek niyetiyle başladığımdan, inşâallah o israf affolur veya israf olmaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Mesele_Olan_İkinci_Risale"></span>
== İkinci Mesele Olan İkinci Risale ==
==The Second Part, which is the Second Matter==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[This was written to put a stop to and solve a significant argument about the Hadith which describes how Moses (Upon whom be peace) struck Azra’il (Upon whom be peace) in the eye, and the rest of the story.(*<ref>*Bukhari, Jana’iz, 69; Anbiya’, 31; Muslim, Fada’il, 157-8; Nasa’i, Jana’iz, 121; Musnad, ii, 269, 315,351.</ref>)]
Hazret-i Musa aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş, ilâ âhir mealindeki hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kaldırmak ve halletmek için yazılmıştır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I heard a scholarly argument in Eğridir. It was wrong to hold such an argument especially at this time, but I did not know it was an argument. I was asked a question and  shown  a  Hadith  in  a  reliable  book  marked  with  a  qaf, which  signifies  the agreement of the two Shaikhs [Bukhari and Muslim]. They asked me: “Is it a Hadith or isn’t it?”
Eğirdir’de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Muteber bir kitapta, hadîs-i Şeyheyn’in ittifakına alâmet olan ق işaretiyle bir hadîs bana gösterildi. “Hadîs midir, değil midir?” sual edildi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I replied that one should have confidence in someone who, in a reliable book such as that, cites the agreement of the two Shaikhs concerning a Hadith; it means it is a Hadith. However, Hadiths may contain allegorical obscurities like the Qur’an, and only experts can  ascertain their meanings. Even the literal meaning of this Hadith suggests that it may belong to the allegorical category of those obscure ones. If I had known that it was a point of argument, I would not have given such a short answer, and would have replied as follows:
Ben dedim: Böyle muteber bir kitapta, Şeyheyn hadîsinin ittifakına hükmeden bir zata itimat etmek lâzım; demek hadîstir. Fakat hadîsin, Kur’an gibi bazı müteşabihatı var. Ancak havas onların manalarını bulabilir. Şu hadîsin zâhiri dahi müşkülat-ı hadîsin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş, öyle kısa değil belki böyle cevap verecektim:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Firstly:'''The primary condition for discussing matters of this sort is to  argue fairly, intending to discover the truth. It is permissible for those who know about the subject  to  discuss  it, so  long  as  they do  not  do  so  stubbornly  nor  give  rise  to misunderstanding.
'''Evvela: Bu çeşit mesaili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telakkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Evidence that such an argument is for the sake of the truth is that if the truth emerges through the opposite party, a person is not upset but pleased. For he will have learned something he  did  not know. If it had  emerged through him, he would not have learned much and might well have become arrogant.
O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa müteessir olmasın, belki memnun olsun çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa fazla bir şey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Secondly:'''If the argument is about a Hadith, the categories of Hadiths have to be known,  as well as the types of implicit revelation, and the  varieties of prophetic speech. It is not permissible to discuss ambiguous Hadiths among the ordinary people, and to show off and justify oneself like a lawyer, and to rely on egotism to support ones arguments rather than on truth and right.
'''Sâniyen:''' Sebeb-i münakaşa, eğer hadîs ise hadîsin meratibini ve vahy-i zımnînin derecatını ve tekellümat-ı Nebeviyenin aksamını bilmek lâzım. Avam içinde müşkülat-ı hadîsiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The question being broached and argued about is having an adverse effect on the minds of the poor ordinary people. They cannot comprehend obscure allegorical Hadiths like these, and if  they  deny  them, it  opens  the  terrifying  door  to  their  also  denying  definite, unambiguous Hadiths that they cannot understand with their limited intelligences. If they take the Hadith on face value and accept the literal meaning and they spread it around, it paves the way for the people of  misguidance to object to  it and call it superstition.
Madem şu mesele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş, bîçare avam-ı nâsın zihninde sû-i tesir ediyor. Çünkü şu gibi müteşabih hadîsleri aklına sığıştıramadığı için; eğer inkâr etse dehşetli bir kapı açar, yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eğer zâhir-i hadîsin manasını tutarak öyle kabul edip neşretse ehl-i dalaletin itirazatına ve “Hurafattır.” demelerine yol açar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since attention has been attracted to this allegorical Hadith unnecessarily and harmfully, and there are many Hadiths of this sort, it is  essential to offer an explanation that will remove their doubts. Whether or not the Hadith is  certain, the following fact should be mentioned.
Madem bu müteşabih hadîse lüzumsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat celbedilmiş ve bu çeşit hadîsler çok vârid olmuş, elbette şüpheleri izale edecek bir hakikati beyan etmek lâzım gelir. Şu hadîs kat’î olsun veya olmasın, o hakikati zikretmek gerektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We  may  deem  sufficient  the  detailed  explanations  in  the  treatises  we  have written; that is, the twelve principles in the Third Branch of the Twenty-Fourth Word, and in the  Fourth  Branch; and in one of the principles in the Introduction in the Nineteenth Letter  about the sorts of revelation; and here indicate only briefly that truth. It is as follows:
İşte yazdığımız risalelerde, ezcümle Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında On İki Asıl ile ve Dördüncü Dal’ında ve On Dokuzuncu Mektup’un vahyin taksimatına dair mukaddimesindeki bir esasında tafsilata iktifaen, burada icmalen o hakikate bir işaret ederiz. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The angels are not restricted to a having single form like human beings; although they are individual beings, they are also universals. Azra’il (Upon whom be peace) is the supervisor of the angels who are charged with taking possession of the spirits of the dying.
'''Melâike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmündedir.''' Hazret-i Azrail aleyhisselâm, kabz-ı ervaha müekkel olan melâikelerin nâzırıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Question:'''“Does Azra’il (UWP) himself take possession of them, or do his helpers do this?”
“Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail aleyhisselâm mı bizzat kabzediyor? Yoksa aveneleri mi kabzediyorlar?” Bu hususta üç meslek var:
There are three “ways” in this matter:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First Way:'''Azra’il (Upon whom be peace) takes possession of every dying person’s  spirit. Nothing  is an obstacle to  another, for he is  luminous. Something luminous can be  present in innumerable places by means innumerable mirrors and appear in them. The similitudes of luminous beings possess their characteristics; they may be deemed the same as them and not other than them. The sun’s image in mirrors displays it’s light and heat. Similarly, the images of such spirit beings as the angels in the various mirrors of the World of  Similitudes are the same as them; they display their characteristics. But they are represented in accordance with the capacities of the mirrors.
'''Birinci Meslek:''' Azrail aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz çünkü nuranidir. Nurani bir şey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuraninin temessülatı, o nurani zatın hâssasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri, güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi; melâike gibi ruhanîlerin dahi âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri onların aynılarıdır, hâssalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The  same  instant  Gabriel  (Upon  whom  be  peace)  appeared  before  the Companions in the form of Dihya, he appeared in different  forms in thousands of places and was prostrating with his magnificent wings, which stretch  from east to west, before the divine throne. His similitude was everywhere in accordance with the place’s capacity; at the same instant he was present in thousands of places.
Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve arş-ı a’zam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
According to this way, for the human and particular image of the Angel of Death represented in a human being’s mirror when he is taking possession of his spirit to receive the blow of a resolute, angry, awe-inspiring person like Moses (Upon whom be peace), and for that image-form, which resembled the Angel of Death’s clothes, to have his eye put out, would be neither impossible, nor extraordinary, nor irrational.
İşte şu mesleğe göre; kabz-ı ruh vaktinde, insanın âyinesine temessül eden melekü’l-mevtin insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Musa aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm ve celalli ve hiddetli bir zatın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü’l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak; ne muhaldir ne fevkalâdedir ne de gayr-ı makuldür.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second Way:'''The archangels Gabriel, Michael, and Azra’il are like general supervisors. They have helpers that are similar to them in kind and resemble them, but are lesser  than them. The assistants differ according to the sorts of creatures; those
'''İkinci Meslek''' '''odur ki:''' Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melâike-i izam, birer nâzır-ı umumî hükmünde; kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, enva-ı mahlukata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehanın '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Bizde “Seyda” lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel melekü’l-mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” diye dergâh-ı İlahiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahit olmuşlar.</ref>)''' ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şakavetin ervahını kabzeden yine başkadır. Nasıl ki وَالنَّازِعَاتِ غَر۟قًا ۝ وَالنَّاشِطَاتِ نَش۟طًا âyeti işaret ediyor ki: Kabz-ı ervah eden, taife taifedir.
who take possession of the spirits of the righteous(*<ref>*In my native land, the Angel of Death charged with taking possession of the saints’ spirits came while a great saint well-known as Seyda was in the throes of death. Seyda shouted out beseeching the divine court: “I love students of the religious sciences, so let the angel charged with taking possession of their souls take possession of mine!” Those who were present testified to this incident. </ref>)are of one sort, while those who take possession of the spirits of the wicked are of another,(*<ref>*Nasa’i, Jana’iz, 9; Ibn Maja, Jihad, 10.</ref>)as the following verses point out:By the [angels] who tear out [the souls of the wicked] with violence; * By those who gently draw out [the souls of the blessed].(79:1-2)
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In view of this way, it is perfectly reasonable that, because he was naturally awe- inspiring and brave, and was an acceptable suppliant of God, Moses (Upon whom be peace) should  have  dealt a blow not at Azra’il (Upon whom be peace), but at the wraith-like  body of one of his helpers.(*<ref>*In my native land, even, a very bold man saw the Angel of Death while he was in the throes of death. He said: “You’re seizing me while I’m lying in my bed!” And he got up, mounted his horse and
Bu mesleğe göre; Hazret-i Musa aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâma değil belki Azrail’in bir avenesinin misalî cesedine, fıtrî celaletine ve hulkî celadetine ve Cenab-ı Hakk’ın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür. '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde melekü’l-mevti görmüş. Demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” Kalkmış atına binmiş, kılıncını eline almış, ona meydan okumuş. Merdane, at üstünde vefat etmiş.</ref>)'''
challenged him, taking his sword in his hand. He died on horseback, like a man.</ref>)
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Third Way:'''As is explained in the Fourth Principle in the Twenty-Ninth Word and is indicated  by some  Hadiths,  there are some angels who have forty thousand heads, and in each of their heads are forty thousand tongues, (which means that they also have eighty thousand eyes), and with each of those tongues they utter forty thousand divine glorifications. Yes, since the duties the angels are charged with are in accordance with the sorts of beings of the Manifest World, they represent those species’ glorifications in the Spirit World.
'''Üçüncü Meslek:''' Yirmi Dokuzuncu Söz’ün Dördüncü Esas’ında beyan edildiği gibi ve ehadîs-i şerifenin delâlet ettiği üzere: “Bazı melâikeler var ki kırk bin başı var. Her başında, kırk bin dili var. (Demek, seksen bin gözü dahi var.) Her bir dilde, kırk bin tesbihat var.” Evet, madem melâikeler âlem-i şehadetin envaına göre müekkeldirler; âlem-i ervahta o envaın tesbihatlarını temsil ediyorlar, elbette öyle olmak lâzım gelir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is certain to be thus, for the globe of the earth is a creature; it glorifies Almighty God. It has not forty thousand, but perhaps a hundred thousand sorts of beings, which are like heads. Each sort  has  hundreds of thousands of individual members which are like tongues;and so on. That means the angel appointed to the earth must have not forty thousand heads but hundreds of thousands; and in every head must be hundreds of thousands of tongues; and so on.
Çünkü mesela, küre-i arz bir mahluktur, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ediyor. Değil kırk bin, belki yüz binler baş hükmünde envaları var. Her nev’in, yüz binler dil hükmünde efradları var ve hâkeza… Demek küre-i arza müekkel meleğin kırk bin, belki yüz binler başı olmalı. Ve her başında da yüz binler dil olmalı ve hâkeza…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, according to this way, Azra’il (Upon whom be peace) has a face and an eye that looks to each person. When Moses (Upon whom be peace) struck Azra’il (Upon whom be peace), it was not directed at his essential self and his true form, and it was not an insult, or non-acceptance; he struck, and strikes, in the eye the being who drew attention to his death and wanted to prevent his work, because he wanted his duties of prophethood to continue for ever.
İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Hazret-i Musa aleyhisselâmın Hazret-i Azrail aleyhisselâma tokat vurması, hâşâ Azrail aleyhisselâmın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikisine değil ve bir tahkir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha devamını ve bekasını arzu ettiği için kendi eceline dikkat eden ve hizmetine set çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
God knows best what is right. * None knows the Unseen save God. * Say: The knowledge is with God alone.
اَللّٰهُ اَع۟لَمُ بِالصَّوَابِ ۝ لَا يَع۟لَمُ ال۟غَي۟بَ اِلَّا اللّٰهُ ۝ قُل۟ اِنَّمَا ال۟عِل۟مُ عِن۟دَ اللّٰهِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
He it  is Who  has  sent down  to  you  the Book: in  it are verses basic or fundamental [of established meaning]; they are the foundation of the Book; others are allegorical. But those in whose hearts is perversity follow the part thereof  that  is  allegorical,  seeking discord, and  searching  for its hidden meanings, but no one knows its hidden meanings except God. And those who are firmly grounded in knowledge say: “We believe in the Book; the whole of it is from our Sustainer;” and  none will grasp the Message except men of understanding.(3:7)
هُوَ الَّذٖٓى اَن۟زَلَ عَلَي۟كَ ال۟كِتَابَ مِن۟هُ اٰيَاتٌ مُح۟كَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ ال۟كِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذٖينَ فٖى قُلُوبِهِم۟ زَي۟غٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِن۟هُ اب۟تِغَٓاءَ ال۟فِت۟نَةِ وَاب۟تِغَٓاءَ تَا۟وٖيلِهٖ وَمَا يَع۟لَمُ تَا۟وٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى ال۟عِل۟مِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِن۟ عِن۟دِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُولُوا ال۟اَل۟بَابِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Mesele_Olan_Üçüncü_Risale"></span>
== Üçüncü Mesele Olan Üçüncü Risale ==
==The Third Piece, which is the Third Matter==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[This matter consists of a private and particular answer to a general question  asked  by  most  of  my  brothers  through  the  tongue  of disposition, and by some of them verbally.]
Şu mesele, umum ihvanımın ekseri lisan-ı hal ile ve bir kısmının lisan-ı kāl ile ettikleri umumî bir sualin, has ve hususi ve mahremce bir cevabıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Question:'''You say to everyone who visits you: “Don’t await any saintly intervention from me and  don’t  think of my person as  being blessed. I have  no spiritual rank. Like a common soldier may convey orders coming from the rank of field  marshal,  I  convey the  orders of just  such a rank. And  like a bankrupt  can advertise the precious  diamonds of a jeweller’s  shop,  I announce  the  wares of a sacred, Qur’anic shop.” However,  our hearts desire an effulgence in the same way that our minds need knowledge, and our spirits seek a light, and so on; we want many things in many respects.
'''Sual:''' Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: “Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymettar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi mukaddes ve Kur’anî bir dükkânın dellâlıyım.” diyorsun.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We came to visit  you supposing you to be the person who will  meet  our  needs.  What  we  need  is  a  saint,  someone  with  saintly  influence, someone of spiritual attainment, rather than a scholar. If the matter is really as you say, then perhaps we were wrong in visiting you? They ask this through the tongue of disposition.
Halbuki “Aklımız ilme muhtaç olduğu gibi kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hâcatımıza yarayacak adam zannedip senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzım. Eğer hakikat-i hal dediğin gibi ise ziyaretinize yanlış geldik.” lisan-ı halleri diyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''Listen to the following five points, then think about them and judge whether your visits are pointless or beneficial.
'''Elcevap:''' '''Beş nokta'''yı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faydalı mıdır? O vakit hükmediniz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Nokta"></span>
=== Birinci Nokta ===
===First Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The common servant and wretched soldier of a king gives some generals and pashas royal gifts and decorations in the king’s name, and makes them grateful. If the generals and  pashas ask: “Why are we demeaning ourselves before this common soldier  and  accepting  these  gifts  and  bounties  from  him?”,  it  will  be  arrogant foolishness. The soldier too, if, outside his duty, he does not stand up before the field marshal and recognize him as superior to himself, it will be stupid folly.
Nasıl ki bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve bîçare bir neferi; padişah namına feriklere, paşalara hedâyâ-yı şahanesini ve nişanlarını veriyor, onları minnettar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler “Bu âdi nefere neden tenezzül edip elinden ihsan ve nişanları alıyoruz?” deseler mağrurane bir divaneliktir. Eğer o nefer dahi vazifesinin haricinde müşire kıyam etmezse, kendini ondan yüksek görse eblehçesine bir divaneliktir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If one of the grateful generals thankfully condescends to visit  the soldier’s humble dwelling, the king, who sees and knows of the situation, will send dishes from the royal kitchen for his loyal servant’s eminent guest, so the soldier will not be ashamed at having nothing to offer but dry bread.
Hem eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirane o neferin kulübeciğine tenezzülen misafir gitse; kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcup kalmamak için o hali gören ve bilen padişah –elbette o neferini mahcup etmemek için– matbah-ı şahaneden, sadık hizmetkârının muhterem misafirine tabla gönderir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Similarly, however lowly he may be, a loyal servant of the All-Wise Qur’an conveys  its commands unhesitatingly and in its name to even the loftiest of people. With pride and  independence, not abasing himself or begging, he sells the Qur’an’s precious diamonds to those who are rich in spirit. However lofty they are, they should not behave  arrogantly towards the common servant while he is carrying out his duty. And if they apply to the servant, it should not make him proud either, or get above himself.
Öyle de Kur’an-ı Hakîm’in sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun Kur’an namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’an’ın âlî elmaslarını yalvararak, mütezellilane değil belki müftehirane ve müstağniyane satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi onların ona müracaatında, kendine medar-ı gurur bulamaz ve haddinden tecavüz etmez.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If some of the customers for the sacred treasure regard the wretched servant as a saint and look on him as exalted, certainly it is the mark of the Qur’anic truth’s sacred  compassion to  send  them assistance, succour, and  enlightenment  from the divine treasury, without the servant being aware of it or intervening, so that he should not be ashamed.
Eğer o hazine-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları, o bîçare hizmetkâra velayet nazarıyla baksalar ve büyük tanısalar; elbette hakikat-i Kur’aniyenin merhamet-i kudsiyesi şanındandır ki o hizmetkârını mahcup etmemek için hazine-i hâssa-i İlahiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve medhali olmadan, onlara meded versin ve himmet ederek feyizdar etsin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Nokta"></span>
=== İkinci Nokta ===
===Second Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Imam-i Rabbani,  the  Regenerator  of  the  Second  Millennium,  Ahmad  Faruqi (May God be pleased with him), said: “In my opinion, the unfolding and clarification of a single of  the truths of belief is preferable to  thousands of illuminations and instances of wonder-working. Moreover, the aim and result of all the Sufi paths are the unfolding and clarification of the truths of faith.” Since a champion of Sufism like Imam-i Rabbani made such a pronouncement, surely the Words, which expound the truths of faith with perfect clarity and proceed from the mysteries of the Qur’an, may yield the results sought from sainthood.
İmam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (ra) demiş: “Hakaik-i imaniyeden bir tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarîkatların gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.” Madem şöyle bir tarîkat kahramanı böyle hükmediyor; elbette '''hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Nokta"></span>
=== Üçüncü Nokta ===
===Third Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thirty years ago dreadful blows descended on the heedless head of the Old Said and he pondered over the assertion “Death is a reality.” He saw himself in a muddy swamp. He sought help, searched for a way, tried to find a saviour. He saw that the ways were many; he was hesitant. He took an omen from the book Futuh al-Ghayb of Gawth al-A‘zam, Shaikh Gilani (May God be pleased with him). It opened at these lines:
Bundan on bir sene evvel, Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi. اَل۟مَو۟تُ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti. Gördü ki yollar muhtelif, tereddütte kaldı. Gavs-ı A’zam olan Şeyh-i Geylanî radıyallahu anhın “Fütuhu’l-Gayb” namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“You are in the Dar al-Hikma, so find a doctor who will heal your heart.”
اَن۟تَ فٖى دَارِ ال۟حِك۟مَةِ فَاط۟لُب۟ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَل۟بَكَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is strange, but at that time I was a member of the Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye. I was as though a doctor trying to heal the wounds of the people of Islam, but was sicker than they. A sick person should look firstly to himself, then to others.
Acibdir ki o vakit ben, Dârülhikmeti’l-İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâm’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Shaikh was saying to me: “You yourself are sick; find a doctor for yourself.So I said: “You be my doctor!” I took him as my doctor and read the book as though it were addressing me. But it was most severe. It smashed my pride in truly fearsome manner. It carried out drastic surgery on my soul. I could not stand it. I read half of it as though it were addressing me, but did not have the strength and endurance to finish it. I put the book back on the shelf. Then a week later the pain of that curative operation subsided and  I felt  pleasure  instead. I  again opened  the book and  read  it right through;  I benefited a lot from it, that book of  my  first master. I listened to his prayers and supplications, and profited abundantly.
İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabip ara!Ben dedim: “Sen tabibim ol!” Tuttum, kendimi ona muhatap addederek o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcatını dinledim, çok istifaza ettim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then I saw Maktubat (Letters) of Imam-i Rabbani and took it up. I opened it purely  to  take  an  omen. It  is  strange,  but  in  the  whole  of  Maktubat  the  word Bediuzzaman appears only twice and those two letters fell open for me at once. I saw that written at the head of them was: “Letter to Mirza Bediuzzaman,” and my father’s name was Mirza. “Glory be to God!” I exclaimed, “these letters are addressing me.” At that time the Old Said was also known as Bediuzzaman. Apart from Bediuzzaman Hamadani, I knew of no one in the last three hundred years famous with the name. Whereas in the Imam’s time there was  such a person and he wrote him these two letters. His condition must have been similar to  mine, for I found that these letters were the cure for my ills.
Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe’ül ederek açtım. Acayiptendir ki bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde “Bediüzzaman” lafzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında “Mirza Bediüzzaman’a Mektup” diye yazılı olarak gördüm. Fesübhanallah dedim, bu bana hitap ediyor. O zaman Eski Said’in bir lakabı “Bediüzzaman”dı. Halbuki hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedanî’den başka o lakapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki İmam’ın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki ona o iki mektubu yazmış. O zatın hali, benim halime benziyormuş ki o iki mektubu kendi derdime deva buldum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Only, the Imam persistently recommended in many of his letters what he wrote in these two, which was: “Make your qibla one.” That is, take one person as your master and follow him; do not concern yourself with anyone else. This most important recommendation did not seem fitting for my disposition and mental  state. However much I pondered over which of them to follow, I remained perplexed and  confused. They all had different qualities that drew me; one was not enough.
Yalnız, İmam o mektuplarında tavsiye ettiği gibi çok mektuplarında musırrane şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et.” Yani birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: “Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?” tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
While thus bewildered, it was imparted to my heart by God’s mercy: “The All-Wise Qur’an is the head of these various ways and the source of these streams and the sun of these planets; the true single qibla is to be found in it. In which case, it is also the most elevated guide and holy master.” So I clasped it with both hands and clung on to it. Of course with my deficient, wretched abilities I could not absorb the effulgence – like the water of life – of that true guide as was its due, but still, through it, we can show that effulgence, that water of life, according to the degree of those who receive it, those who perceive the truth through their hearts and attain to certain spiritual states.
O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise en a’lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakiki’nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor fakat ehl-i kalp ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That is to say, the Words and those lights, which proceed from the Qur’an, are not only scholarly matters that address the intellect, they are matters of faith  that  look  to  the  heart,  the  spirit,  and  spiritual  states.  They  resemble  most elevated, valuable knowledge of God.
'''Demek Kur’an’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Nokta"></span>
=== Dördüncü Nokta ===
===Fourth Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
All the subtle inner faculties of those of the Companions and of the following two generations who possessed the very highest degree of the greater sainthood received their share from the Qur’an itself, and for them,the Qur’an was a true guide and sufficient for them. This shows that just as the All- Wise Qur’an states realities, so it emanates the effulgences of the greater sainthood to those capable of receiving them.
Sahabelerden ve tabiîn ve tebe-i tabiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, there are two ways of passing from the apparent to reality:
Evet, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One is to enter the intermediate realm of Sufism, and to reach reality  by traversing the degrees through spiritual journeying.
'''Biri:''' Tarîkat berzahına girip seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikate geçmektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Second Way is, through divine favour, to pass directly to realit y without entering  the intermediate realm of the Sufi way. This  is the elevated, direct way particular to the Companions and those who succeeded them.
'''İkinci Suret:''' Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikate geçmektir ki sahabeye ve tabiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That is to  say, the lights which issue from the truths of the Qur’an, and the Words, which interpret those lights, may possess those characteristics, and do possess them.
'''Demek hakaik-i Kur’aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Nokta"></span>
=== Beşinci Nokta ===
===Fifth Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We shall demonstrate through five small examples that the Words both instruct in the realities, and perform the duty of guide.
'''Beş cüz’î misal''' ile göstereceğiz ki Sözler, talim-i hakaik ettikleri gibi irşad vazifesini de görüyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Misal:"></span>
==== Birinci Misal: ====
====First Example:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I  myself  have  formed  the  conviction  through experiencing, not ten or a hundred times but thousands of times, that just as the lights proceeding from the Words and the Qur’an give instruction to my mind, so do they induce a state of belief in my heart and produce the pleasure of belief in my spirit, and so on.
Ben kendim on değil, yüz değil, binler defa müteaddid tecrübatımla kanaatim gelmiş ki: Sözler ve Kur’an’dan gelen Nurlar; aklıma ders verdiği gibi kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor ve hâkeza…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The same goes for worldly matters: just as the follower of a wonder-working shaikh awaits saintly assistance from him to answer his needs; so I have awaited from the wondrous mysteries of the All-Wise Qur’an that they answer my needs, and this has  been  achieved  for  me  on  numerous  occasions  in  ways  I  had  not  hoped  or anticipated. The following are only two minor examples:
Hattâ dünyevî işlerimde; keramet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hâcatına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur’an-ı Hakîm’in kerametli esrarından o hâcatımı beklerken, ümit etmediğim ve ummadığım bir tarzda, bana çok defa hasıl oluyor. Yalnız cüz’iyattan iki küçük misal:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The First: As is described in detail in the Sixteenth Letter, a large loaf of bread appeared in an extraordinary way to a guest of mine called Süleyman, at the top of a cedar tree. For two days the two of us fed off that gift from the Unseen.
'''Biri:''' On Altıncı Mektup’ta izahı ve tafsili geçen; Süleyman isminde bir misafirime, katran ağacı başında koca bir ekmek, hârika bir tarzda gösterilmiş. İki gün ikimiz, o hediye-i gaybîden yedik.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The Second Example: I shall recount a very insignificant yet gratifying incident that occurred recently. It was this:
'''İkinci Misal:''' Gayet küçük ve latîf, bugünlerde vaki olan meseleyi söyleyeceğim. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Before dawn the thought came to me that some things had been said about me in a way that would cast suspicion into a certain person’s heart. I said to myself: “If only I had seen him  and had dispelled the disquiet from his heart.” At that moment, I needed part of one of my books which had been sent to Nis, and I said to myself: “If only I had got it back.” Then after the morning prayer I sat down and lo and behold!, that same person entered the room with that very part of the book in his hand. I said to him: “What is it you are holding?” He answered: “I don’t know. Someone gave it to me outside my house saying that it had come from Nis; so I brought it to you.” “Glory be to God!” I exclaimed, “it does not look like chance this man coming from his house at this time of day and this part of the Words arriving from Nis.” And thinking: “It was surely the All-Wise Qur’an’s saintly influence that gave a man such as this a piece of paper such as that at the same moment and  sent it to me,” I exclaimed: “All praise be to God! One who knows the smallest, most secret, least significant desire of my heart, will certainly have compassion on me and protect me; in  which case, I owe the world nothing whatsoever!”
Fecirden evvel hatırıma geldi ki bir zatın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler söylenilmişti; keşke dedim onu görseydim, kalbindeki dağdağayı izale etseydim. Aynı dakikada, Nis’e gitmiş bir parça kitabım bana lâzım idi; keşke elime geçseydi dedim. Sabah namazından sonra oturdum; baktım aynı zat, o kitap parçası elinde olduğu halde içeri girdi. Ona dedim: “Senin elindeki nedir?” Dedi: “Bilmiyorum, kapının önünde Nis’ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de size getirdim.” Fesübhanallah dedim; böyle bir vakitte bu adamın evinden çıkıp gelmesi ve şu Söz’ün Nis’den gelmesi, hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur’an-ı Hakîm’in himmetidir diyerek Elhamdülillah dedim; benim en küçük, ehemmiyetsiz, hafî arzu-yu kalbimi bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor; öyle ise dünyanın minnetini beş paraya almam.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Misal:"></span>
==== İkinci Misal: ====
====Second Example:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My nephew, the late Abdurrahman, had a much higher
Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur’an-ı Hakîm’in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz’ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz, onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber, âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zâhir keramet izhar etmiş. Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları içinde dercedilmiş, müracaat olunsun.
opinion of me personally than was my due, despite his having parted from me eight years  previously and  having been tainted by the heedlessness  and  worries of the world. He wanted such help and assistance from me as I did not have and could not give. But the All-Wise Qur’an’s saintly influence came to his assistance: the Tenth Word about the resurrection of the dead came into his possession three months before his death. It cleansed  him  of his spiritual dirt and doubts and heedlessness. Quite simply as though he had risen  to  the degree of sainthood, he displayed three clear instances of wonder-working in the letter he wrote me before he died. It is included among the pieces of the Twenty-Seventh Letter and may be referred to.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Misal:"></span>
==== Üçüncü Misal: ====
====Third Example:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I had a brother of the hereafter and student who was one of those who approach reality with their hearts, called Hasan Efendi from Burdur. He had an  excessively  good opinion of me, far better than I deserved, and expected assistance from my wretched person as though awaiting the grace and influence of a great saint. Suddenly, in completely unrelated fashion, I gave the Thirty-Second Word to someone to study who lived in one of the villages of Burdur. Later I remembered Hasan Efendi and I said: “If you go to  Burdur, give it to Hasan Efendi, and let him peruse it for five or six days.” The man went and gave it to him straight away. It was only a month of so till Hasan Efendi died. He cast himself on the Thirty-Second Word just like a man suffering a terrible thirst casts himself on the sweet water of Kawthar if  he  happens  upon  it. He  studied  it  continuously  and  received  its  effulgence, especially the discussion on the love of God in the Third Stopping-Place, till he was completely cured of his ills. He found in it the enlightenment he would have expected from the greatest spiritual pole. He went to the mosque in good health, performed the prayer, and there surrendered his spirit to the Most Merciful (May God have mercy on him).
Burdurlu Hasan Efendi isminde ehl-i kalp bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuz İkinci Söz’ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: “Şayet Burdur’a gidersen Hasan Efendi’ye ver, beş altı gün mütalaa etsin.” O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendi’ye vermiş. Hasan Efendi’nin eceli otuz kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rast gelirken yapışması gibi; öyle de Otuz İkinci Söz’e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıf’ındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a’zamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak camiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman’a teslim eylemiş, rahmetullahi aleyh.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Misal:"></span>
==== Dördüncü Misal: ====
====Fourth Example:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As is testified to by Hulûsi Bey’s piece in the Twenty- Seventh Letter, he found in the light-filled Words, which interpret the mysteries of the Qur’an, assistance and succour, effulgence and light greater than in the Naqshi way, which is the most important and influential Sufi order.
Hulusi Bey’in Yirmi Yedinci Mektup’taki fıkralarının şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur’aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler’de bulmuştur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Misal:"></span>
==== Beşinci Misal: ====
====Fifth Example:====
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My brother Abdülmecid suffered terribly at the death of Abdurrahman (May God have mercy on him) and at other grievous events. He also awaited  from  me  assistance  and  influence  I  was  unable  to  give. I  was  not corresponding with him. Suddenly I sent him some of the main parts of the Words. After studying them, he wrote to me and said: “Praise be to God, I have been saved! I would have gone mad. Each of those Words has become like a spiritual guide for me. I had parted from one guide, but I suddenly found lots of them all at once, and was saved!I realized that truly Abdülmecid had embarked on a good way and had been saved from his previous difficulties.
Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: “Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler’in her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum.diye yazıyordu. Ben baktım ki hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
There are numerous examples like these five which show that if the sciences of belief are experienced directly as cures from the mysteries of the All-Wise Qur’an in consequence of need and as healing for wounds, those sciences and spiritual cures are sufficient  for  those who  perceive their  need  and  make use  of them with earnest sincerity. Whatever the chemist and herald is like who sells and announces them – be he commonplace, or bankrupt, or rich, or a person of rank, or a servant – it does not make much difference.
Daha bu beş misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: '''Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakîm’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.''' Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
There is no need to have recourse to candlelight while the sun shines. Since  I  am  showing  the  sun, it  is  meaningless  and  unnecessary  to  seek candlelight from me, especially since I have none. Others should rather assist me with prayers, spiritual assistance, and even saintly influence. It is my right to seek help and assistance from them, while it is incumbent on them to be content with the effulgence they receive from the lights of the Risale-i Nur.
'''Evet, güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı –bâhusus bende bulunmazsa– istemek manasızdır, lüzumsuzdur.''' Belki onların bana dua ile manevî yardım ile hattâ himmet ile muavenet etmeleri lâzımdır. Ve ben onlardan istimdad etmem ve meded istemem, benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Glory be unto You! We have no knowledge save that which You have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise!(2:32)
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O God, grant blessings to our master Muhammad that will be pleasing to You and fulfilment of his truth, and to his Family and Companions, and grant them peace.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ وَ سَلِّم۟
</div>




<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[A short, private letter that may be added as a supplement to the Third Matter of the Twent y-Eighth Letter.]
'''Yirmi Sekizinci Mektup’un Üçüncü Mesele’sinin Tetimmesi Olabilir Küçük ve Hususi Bir Mektuptur'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My Brothers of the Hereafter and Hard-Working Students, Husrev Efendi and Re’fet Bey!
Âhiret kardeşlerim ve çalışkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Re’fet Bey!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We perceived three instances of Qur’anic wonder-working in the lights of the Qur’an  known as the Words. Now through your effort and enthusiasm,  you  have caused a fourth to be added. The three I know are these:
Sözler namındaki envar-ı Kur’aniyede üç keramet-i Kur’aniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi gayret ve şevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiğimiz üç ise:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The First'''is  the  extraordinary ease  and  speed  in their  writing. The Nineteenth Letter was written in two or three days working for three or four hours each day making a total of twelve hours, without any other book, in the mountains and orchards. The Thirtieth Word was written in five or six hours at a time of illness. The Twenty-Eighth Word, the discussion on Paradise, was written in one or two hours in Süleyman’s garden in the valley. Tevfik, Süleyman and I were astonished at this speed. And so on.
'''Birincisi:''' Telifinde fevkalâde suhulet ve sürattir. Hattâ beş parça olan On Dokuzuncu Mektup iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfında –mecmuu on iki saat eder– kitapsız, dağda, bağda telif edildi. Otuzuncu Söz hastalıklı bir zamanda, beş altı saatte telif edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan cennet bahsi bir veya iki saatte, Süleyman’ın dere bahçesinde telif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman, bu sürate hayrette kaldık ve hâkeza…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And just as there is this wonder of the Qur’an in their composition
Telifinde bu keramet-i Kur’aniye olduğu gibi…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Second,'''… so too in their being written out and copied there is an extraordinary facility, enthusiasm, and lack of boredom. One of these Words appears, and  suddenly, although there are many things at this time to weary the mind and spirit, people in many places start to write it out with total enthusiasm. They prefer it to anything else despite other pressing occupations. And so on.
'''İkincisi:''' Yazmasında dahi fevkalâde bir suhulet, bir iştiyak ve usanmamak var. Şu zamanda ruhlara, akıllara usanç veren çok esbab içinde, bu Sözlerden biri çıkar, birden çok yerlerde kemal-i iştiyakla yazılmaya başlanıyor. Mühim meşgaleler içinde, onlar her şeye tercih ediliyor ve hâkeza…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Third Qur’anic Wonder:'''The reading of the Words does not cause boredom either. Especially when one feels the need for them; the more one reads them, the more pleasure one receives, feeling no weariness.
'''Üçüncü Keramet-i Kur’aniye:''' Bunların okunması dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse okundukça zevk alınıyor, usanılmıyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Now you have proved a fourth Qur’anic wonder. A brother like Husrev who was lazy and although for five years he had heard about the Words, did not start writing them seriously, in  one month wrote out fourteen books beautifully and carefully, which  was  doubtless  the  fourth  wonder  of  the  Qur’an’s  mysteries.  He  perfectly appreciated the value of the  Thirty-Three Windows in particular, the Thirty-Third Letter,  since  it was written out  most  beautifully and  carefully.
İşte siz dahi dördüncü bir keramet-i Kur’aniyeyi ispat ettiniz: Hüsrev gibi kendine tembel diyen ve beş senedir Sözler’i işittiği halde yazmaya cidden tembellik edip başlamayan bir kardeşimiz, bir ayda on dört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şüphesiz dördüncü bir keramet-i esrar-ı Kur’aniyedir. Hususan Otuz Üçüncü Mektup olan otuz üç pencerelerin kıymeti tamamen takdir edilmiş ki gayet dikkatle ve güzel yazılmış.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, it  is a  most powerful, brilliant piece for gaining knowledge of God and belief in God. Only, the first Windows are very concise and abbreviated, while the subsequent ones gradually unfold and shine more brilliantly. Contrarily to other writings, most of the Words start off concisely and gradually expand and illuminate.
Evet o risale, marifetullah ve iman-ı billah için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalnız baştaki pencereler gayet icmal ve ihtisar ile gidilmiştir. Fakat gittikçe inkişaf eder, daha ziyade parlar. Zaten sair telifata muhalif olarak ekser Sözler’in başları mücmel başlar, gittikçe genişlenir, tenevvür eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Risale_Olan_Dördüncü_Mesele"></span>
== Dördüncü Risale Olan Dördüncü Mesele ==
==The Fourth Matter, which is the Fourth Part==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In His Name!And there is nothing but it glorifies Him with praise.(17:44)
بِاس۟مِهٖ وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[The answer  written  for  my brothers  to  a  question  about  a  minor, though alerting, incident.]
İhvanlarıma medar-ı intibah bir hâdise-i cüz’iyeye dair bir suale cevaptır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Dear Brothers!
Aziz kardeşlerim!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''You ask:'''On the arrival of a blessed guest, your mosque was raided on the night before Friday. What really happened? Why did they bother you?
'''Sual ediyorsunuz ki:''' Cami-i şerifinize, cuma gecesinde sebepsiz olarak, mübarek bir misafirin gelmesiyle tecavüz edilmiş. Bu hâdisenin mahiyeti nedir? Neden sana ilişiyorlar?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''I shall explain four points, necessarily in the tongue of the Old Said. Perhaps it will be the means of alerting my brothers, and you too will receive your answer.
'''Elcevap:''' Dört noktayı, bilmecburiye Eski Said lisanıyla beyan edeceğim. Belki ihvanlarıma medar-ı intibah olur, siz de cevabınızı alırsınız.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Nokta:"></span>
=== Birinci Nokta: ===
===First Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In reality the incident was a satanic plot and an act of aggression carried out by dissemblers on account of atheism in a way that was a violation of the law and purely arbitrary, in  order  to  alarm  us  on  the  eve  of  Friday,  destroy the  congregation’s enthusiasm, and  prevent me from meeting with people. It was strange, but that day, that is, Thursday, I had  gone somewhere to take some air. When returning, a long black snake that looked like two  snakes joined together appeared from my left, and passed between me and the friend who was with me. Meaning to ask my friend if he had been terrified at the snake, I asked him:
O hâdisenin mahiyeti; hilaf-ı kanun ve sırf keyfî ve zındıka hesabına, cuma gecesinde kalbimize telaş vermek ve cemaate fütur getirmek ve beni misafirlerle görüştürmemek için bir desise-i şeytaniye ve münafıkane bir taarruzdur. Garaibdendir ki o geceden evvel olan perşembe günü tenezzüh için bir tarafa gitmiştim. Avdetimde güya iki yılan birbirine eklenmiş gibi uzunca siyah bir yılan sol tarafımdan geldi, benim ile arkadaşımın ortasından geçti. Arkadaşıma, o yılandan dehşet alıp korktun mu diye sordum:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“Did you see it?
Gördün mü?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
He replied: “What?
O dedi: Neyi?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I said: “That terrible snake.”
Dedim: Bu dehşetli yılanı!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
He said: “No, I didn’t see it and I can’t see it.
Dedi: Yok, görmedim ve göremiyorum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“Glory be to God!”, I exclaimed, “Such a huge snake passes between us and you didn’t see it! How is that?”
“Fesübhanallah!” dedim. “Bu kadar büyük bir yılan, ikimizin ortasından geçtiği halde nasıl görmedin?”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
At the time nothing occurred to me. Then later this was imparted to my heart: “It was a sign for you. Watch out!” I thought it was like one of the snakes I used to see at night. That is, whenever an official visited me with a malicious intention, I would see him in the form of a snake. In fact, one time I said to the District Officer: “Whenever you come intending evil, I see you as a snake. Be careful!” I saw his predecessor many times like that.
O vakit hatırıma bir şey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki: “Bu sana işarettir, dikkat et!” Düşündüm ki gecelerde gördüğüm yılanlar nevindendir. Yani gecelerde gördüğüm yılanlar ise hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse onu yılan suretinde görüyordum. Hattâ bir defa müdüre söylemiştim: “Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum, dikkat et!” demiştim. Zaten selefini çok vakit öyle görüyordum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It means that the snake I saw clearly was a  sign that their treachery would not only remain intentional but would take the form of  actual  aggression. For sure, this time their aggression was apparently minor and they wanted  to minimize it, but encouraged and joined by an unscrupulous teacher, the District Officer ordered the gendarmes: “Bring the visitors here!” We were reciting the tesbihat following the prayers in the mosque. Anyway their intention was to make me angry so that I would react in the vein of the Old Said and drive them out in the face of such unlawful, purely arbitrary treatment. But the wretch did not know that Said would not defend himself with the broken  piece of wood in his hand while on his tongue he had a diamond sword from the workbench of the Qur’an, indeed, he would have used the sword like that. But the gendarmes were sensible, and since  no state, no government at all, disturbs people in the mosque during prayer while performing their religious duties, they waited till the prayers and tesbihat were finished. The  Officer was angry at this and sent the rural watchman after them saying: “The gendarmes don’t pay any attention to me.” But Almighty God did not force me to struggle with them.
Demek, şu zâhiren gördüğüm yılan ise işarettir ki hıyanetleri bu defa yalnız niyette kalmayacak, belki bilfiil bir tecavüz suretini alacak. Bu defaki tecavüz –çendan– zâhiren küçük imiş ve küçültülmek isteniliyor. Fakat vicdansız bir muallimin teşvikiyle ve iştirakiyle o memurun verdiği emir; cami içinde, namazın tesbihatında iken “O misafirleri getiriniz!” diye jandarmalara emretmiş. Maksat da beni kızdırmak. Eski Said damarıyla bu fevka’l-kanun, sırf keyfî muameleye karşı kovmak ile mukabele etmekti. Halbuki o bedbaht bilmedi ki Said’in lisanında Kur’an’ın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdafaa etmez; belki o kılıncı böyle istimal edecektir. Fakat jandarmaların akılları başlarında olduğu için hiçbir devlet, hiçbir hükûmet namazda, camide, vazife-i diniye bitmeden ilişmediği için namaz ve tesbihatın hitamına kadar beklediler. Memur bundan kızmış “Jandarmalar beni dinlemiyorlar.” diye kır bekçisini arkasından göndermiş.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
So I make this recommendation to my brothers: so long as there is no absolute necessity,  don’t bother yourselves with them. In keeping with the saying: “The best answer for the stupid is silence,” do not stoop to speak with them.
Fakat Cenab-ı Hak beni böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur etmiyor. İhvanlarıma da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat’iye olmadan bunlarla uğraşmayınız. “Cevabü’l-ahmaki’s-sükût” nevinden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But watch out, for like  showing  weakness  before  a  savage  animal  emboldens  its  attack, to  show weakness  by  being  sycophantic  towards  those  with  the  consciences  of  beasts, encourages them to be  aggressive. Friends must be alert so that the supporters of atheism do not take advantage of other friends’ indifference and heedlessness.
Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşci ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Nokta:"></span>
=== İkinci Nokta: ===
===Second Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The verse:And  incline  not  towards  those  who  do  wrong, or  the  Fire  will  seize you(11:113)threatens in awesome and severe fashion not only those who support and are the tools of  tyranny, but  also  those who  have the slightest  inclination towards  it. For like consenting  to  unbelief  is  unbelief,  so  is  consenting  to  tyranny and  wrongdoing, tyranny and wrong.
وَلَا تَر۟كَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyet-i kerîmesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of the people of attainment perfectly interpreted as follows one of the many jewels of the above verse:
İşte bir ehl-i kemal, kâmilane, şu âyetin çok cevahirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One who assists tyranny is the world’s most despicable being;
Muîn-i zalimîn dünyada erbab-ı denâettir
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
He is a dog, who receives pleasure from serving the unjust.
Köpektir zevk alan, sayyad-ı bîinsafa hizmetten.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, some of them are snakes, some are dogs. The one who  spied on us on that blessed  night  when, with  a  blessed  guest  we  were  reciting  blessed  prayers, and informed on us as though we were commiting some crime, and raided us, certainly deserves the blow dealt by the above poem.
Evet bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin mealindeki tokada müstahaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Nokta:"></span>
=== Üçüncü Nokta: ===
===Third Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Question:'''Since  you  rely on  the  Qur’an’s  saintly influence  and  its effulgence and light to reform and guide the most obstinate of the godless, and you actually  do this, why do  you not call to religion those aggressive people that are around you, and guide them?
'''Sual:''' Madem Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye Kur’an’ın himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''An important principle of the Shari‘a is “The person who knowingly consents to harm should not be condoned.”
'''Elcevap:''' Usûl-ü şeriatın kaide-i mühimmesindendir:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Relying on the strength of the Qur’an, I say that on condition even the most obdurate irreligious person is not utterly vile and does not enjoy spreading the poison of misguidance like a snake, if I do not convince him in a few hours, I am ready to try.
اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُن۟ظَرُ لَهُ Yani “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.” İşte ben çendan Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de ilzam etmeye hazırım.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However, to speak of truth and realit y to a conscience that has fallen  to the very lowest degree of baseness, to snakes in human form that have reached such a degree of hypocrisy that they knowingly sell religion for the world and knowingly exchange the diamonds of reality for vile and harmful fragments of glass, would be disrespectful towards those truths.
Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek; hakaike karşı bir hürmetsizliktir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It would be like the proverb “Casting pearls before swine.” For those who do these things have several times heard the truth from the Risale-i Nur, and they knowingly try to refute its truths  before  the  misguidance  of  atheism. Such  people  receive  pleasure  from poison, like snakes.
كَتَع۟لٖيقِ الدُّرَرِ فٖى اَع۟نَاقِ ال۟بَقَرِ darb-ı meseli gibi oluyor. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek hakikatleri zındıka dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Nokta:"></span>
=== Dördüncü Nokta: ===
===Fourth Point===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The treatment I have received this seven years has been purely arbitrary and outside the law. For the laws concerning exiles and captives and those in prison are clear. By law, they can meet with their relatives and they should not be prevented from mixing with people. In every country, with every people, worship and prayer are immune  from interference. Others  like me stayed  together  with their  friends and relations in towns. They were prevented  neither from mixing with others, nor from communicating, nor from moving about freely. I was prevented. And my mosque and my worship even were raided. And while it is Sunna according to the Shafi‘i School to repeat the words, “There is no god but God” in the prayers following the prescribed prayers, they tried to make me give them up.
Bana karşı bu yedi senedeki muameleler, sırf keyfî ve fevka’l-kanundur. Çünkü menfîlerin ve esirlerin ve zindandakilerin kanunları meydandadır. Onlar kanunen akrabasıyla görüşürler, ihtilattan men’olunmazlar. Her millet ve devlette ibadet ve taat, tecavüzden masûndur. Benim emsallerim, şehirlerde akrabalarıyla ve ahbaplarıyla beraber kaldılar. Ne ihtilattan, ne muhabereden ve ne de gezmekten men’olunmadılar. Ben men’olundum. Ve hattâ camiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şafiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalışıldı.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Even, one of the old exiles in Burdur, an illiterate called Şebab, and his mother-in-law, came here for a change of  air. They visited me because we come from the same place. They were summoned from the mosque by three armed gendarmes. The official then tried to hide that he had made a mistake and acted unlawfully, and apologized, saying: “Don’t be angry, it was my duty.” Then he gave them permission and told them to go. Comparing other things and treatment with that incident, it is understood that the treatment accorded to me is purely arbitrary, and that they inflict vipers and curs on me. But I don’t condescend to bother with them. I refer it to Almighty God to ward off their evil.
Hattâ Burdur’da eski muhacirlerden Şebab isminde ümmi bir zat, kayınvâlidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmiş. Hemşehrilik itibarıyla benim yanıma geldi. Üç müsellah jandarma ile camiden istenildi. O memur, hilaf-ı kanun yaptığı hatayı setretmeye çalışıp: “Affedersiniz gücenmeyiniz, vazifedir.” demiş. Sonra “Haydi git!” diyerek ruhsat vermiş. Bu vakıaya sair şeyler ve muameleler kıyas edilse anlaşılır ki: Bana karşı sırf keyfî muameledir ki yılanları, köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmiyorum ki onlarla uğraşayım. O muzırların şerlerini def’etmek için Cenab-ı Hakk’a havale ediyorum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In fact, those who instigated the event that was the cause of the exile are now back in their own lands, and  powerful chiefs are  back  at  the  heads  of  their  tribes. Everyone has been discharged. They made me and  two other  people  exceptions, although I have  no connection with their world; may it be the end of them! But one of those two was appointed Mufti somewhere and can travel  everywhere  outside  his own region, including to Ankara. And the other was left in Istanbul in the midst of forty thousand people from his native region, and he can meet with everyone. Moreover, those two persons are not alone and with no one, like me; they are very influential, with God’s permission.
Zaten sebeb-i tehcir olan hâdiseyi çıkaranlar, şimdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, aşâirlerin başındadırlar. Herkes terhis edildi. Başlarını yesin dünyalarıyla alâkam olmadığı halde, beni ve iki zat-ı âheri müstesna bıraktılar. Buna da peki dedim. Fakat o zatlardan birisi, bir yere müftü nasbolunmuş; memleketinden başka her tarafı geziyor ve Ankara’ya da gidiyor. Diğeri İstanbul’da kırk binler hemşehrileri içinde ve herkesle görüşebilir bir vaziyette bırakılmış. Halbuki bu iki zat; benim gibi kimsesiz, yalnız değiller. Mâşâallah büyük nüfuzları var. Hem… Hem…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And so on and so forth. But they put me in a village and set those with the least conscience on me. I have only been able to go to another village twenty minutes away twice in six years, and they did not give me permission to go there for a few days’ change of air, crushing me even more under their tyranny. Whereas whatever form a government takes the law is the same for all. There cannot be different laws for  villages  and  for different  individuals. That  is  to  say, the  law  as  far  as  I am concerned is unlawfulness.
Halbuki beni bir köye sokmuşlar, en vicdansız insanlarla beni sıkıştırmışlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gidebildiğim gibi o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediği bir derecede, beni muzaaf bir istibdat altında eziyorlar. Halbuki bir hükûmet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. Demek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The officials  here utilize government influence for their own personal grudges. But I offer a hundred thousand thanks to Almight y God, and by way of making known His bounties, I say this: All this oppression and tyranny of theirs is like pieces of wood for the fire of ardour and endeavour which illuminates the lights of the Qur’an; it makes them flare up and shine. And those lights of the Qur’an, which have suffered this persecution of theirs and have spread with the heat of endeavour, have made this province, indeed, most of the country, into a medrese in place of Barla. They supposed me to a prisoner in a village. On the contrary, in spite of the atheists, Barla has become the teaching desk, and many places, like Isparta, have become the medrese.
Buradaki memurlar; nüfuz-u hükûmeti, ağraz-ı şahsiyede istimal ediyorlar. Fakat Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e yüz binler şükrediyorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki: Bütün onların bu tazyikat ve istibdatları; envar-ı Kur’aniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine, odun parçaları hükmüne geçiyor; iş’al ediyor, parlatıyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envar-ı Kur’aniye; Barla yerine bu vilayeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar, beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına olarak, bilakis Barla kürsî-i ders olup Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
All praise be to God, this is a bounty from my Lord and Sustainer.
اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ هٰذَا مِن۟ فَض۟لِ رَبّٖى
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Risale_Olan_Beşinci_Mesele_Şükür_Risalesi"></span>
== Beşinci Risale Olan Beşinci Mesele Şükür Risalesi ==
==The Fifth Matter, which is the Fifth Part==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And there is nothing but it glorifies Him with praise.
وَ اِن۟ مِن۟ شَى۟ءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَم۟دِهٖ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Will they not then give thanks?(36:35, 73) * Will they not then give thanks? * And we  shall surely reward those who give thanks.(3:145) *  If you give thanks, I shall increase [my favours] to you.(14:7) * Worship God and be of those who give thanks.(39:66)By repeating verses like these, the Qur’an of Miraculous Exposition shows that thanks is what the Most Merciful Creator wants most from His servants. The Qur’an, the  All-Wise  Distinguisher  between  Truth  and  Falsehood,  calls  on  men  to  offer thanks, giving  it  the  greatest  importance.
Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, tekrar ile اَفَلَا يَش۟كُرُونَ ۝ اَفَلَا يَش۟كُرُونَ ۝ وَسَنَج۟زِى الشَّاكِرٖينَ ۝ لَئِن۟ شَكَر۟تُم۟ لَاَزٖيدَنَّكُم۟ ۝ بَلِ اللّٰهَ فَاع۟بُد۟ وَ كُن۟ مِنَ الشَّاكِرٖينَ gibi âyetlerle gösteriyor ki '''Hâlık-ı Rahman’ın ibadından istediği en mühim iş, şükürdür.''' Furkan-ı Hakîm’de gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükretmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr suretinde gösterip فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla, Sure-i Rahman’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It  shows  ingratitude  to  be  a  denial  of bounties and in Sura  al-Rahman utters a fearsomely severe threat thirty-three times with the verse,So which of the favours of your Sustainer do you deny?(55:13, etc.)
Evet, Kur’an-ı Hakîm nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor, öyle de Kur’an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki netice-i hilkat-i âlemin en mühimmi, şükürdür.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It shows ingratitude to be denial and negation.
Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki kâinatın teşkilatı şükrü intac edecek bir surette her bir şey, bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi, şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulatın en a’lâsı, şükürdür.
Indeed, just as the All-Wise Qur’an shows thanks to be the result of creation; so the  universe, which  is  a  mighty Qur’an, shows  the  most  important  result of the world’s creation to be thanks.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For if the universe is observed carefully, it is seen from the way it is  arranged that everything results in thanks; each looks to thanks to an extent and is turned towards it. It is as though thanks is the most important fruit of the tree  of creation, and  gratitude  is  the  most elevated product of the factory of the universe. The reason for this is as follows:
Çünkü hilkat-i âlemde görüyoruz ki mevcudat-ı âlem, bir daire tarzında teşkil edilip içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halk edilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halk eden zat, ondan o hayatı intihab ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We see in the creation of the world that its beings are arranged as though in a circle with life as its central point. All beings look to life, and serve life, and produce the necessities of life. That is to say, the One who created the universe chose life from it, giving it preference.
Sonra görüyoruz ki zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Âdeta zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor, bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlık-ı Zülcelal, zîhayatlar içinde insanı intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Then we see that He created the animal kingdom in the form of a circle and placed  man at its centre. Simply, He centred the aims intended from animate beings on man,  gathering all living creatures around him and subjugating them to him. He made them serve  him  and him dominant over them. That is to  say, the Glorious Creator chose man from among living beings, and willed and decreed this position for him in the world.
Sonra görüyoruz ki âlem-i insaniyet de belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz’edilmiş. Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvanatı rızka âdeta taaşşuk ettirip onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki hadsiz nimetleri câmi’dir. Hattâ rızkın çok envaından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için lisanda kuvve-i zaika namında bir cihaz ile mat’umat adedince manevî, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek kâinat içinde en acib en zengin en garib en şirin en câmi’ en bedî’ hakikat rızıktadır.
Then we see that the world of man, and the animal world too, are disposed like circles with sustenance placed at their centre. He has made mankind and the animals enamoured of sustenance, has subjugated them to it, and made them serve it. What rules them is sustenance. And He has made sustenance such a vast, rich treasury that it embraces all His innumerable bounties. Even, with the faculty called the sense of taste, He has placed on the tongue sensitive scales to the number of foods so that they can recognize the tastes  of the  many  varieties of sustenance. That  is  to  say,  the strangest, richest, most wonderful, most  agreeable, most comprehensive, and most marvellous truth in the universe lies in sustenance.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Now we see that just as everything has been gathered around sustenance and looks to it, so does sustenance in all its varieties subsist through thanks, both material and immaterial  and that offered by word and by state; it exists through thanks, it produces thanks, its shows thanks. For appetite and desire for sustenance are a sort of innate or instinctive thanks. Enjoyment and pleasure also are a sort of unconscious thanks, offered by all animals. It is only man who changes the nature of that innate thanks through misguidance and unbelief;  he  deviates from thanks and associates partners with God.
Şimdi görüyoruz ki her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle de rızık dahi bütün envaıyla manen ve maddeten, halen ve kālen şükür ile kaimdir, şükür ile oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalalet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidiyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, the exquisitely adorned forms, the fragrant smells, the wonderfully delicious  tastes  in  the  bounties  that  are  sustenance  invite  thanks; they awake  an eagerness in animate  beings, and through eagerness urge a sort of appreciation and respect, and prompt  thanks of a sort. They attract the attention of conscious beings and engender admiration. They encourage them to respect the bounties; through this, they lead them to offer thanks verbally and by act, and to be grateful; they cause them to experience the highest, sweetest pleasure  and  enjoyment within thanks.
Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar; şükrün davetçileridir, zîhayatı şevke davet eder ve şevk ile bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü manevî ettirir. Ve zîşuurun nazarını dikkate celbeder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teşvik eder, onun ile kālen ve fiilen şükre irşad eder ve şükrettirir ve şükür içinde en âlî ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That is, they show that, as well as a brief and temporary superficial pleasure, through thanks, these delicious foods and bounties gain the favours of the Most Merciful One, which provide a permanent, true, boundless pleasure. They cause conscious beings to ponder over the infinite, pleasurable favours of the All-Generous Owner of the treasuries of mercy, and in effect to taste the everlasting delights of Paradise while still in  this world.
Yani gösterir ki şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber daimî, hakiki, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmanîyi şükür ile kazandırır. Yani rahmet hazinelerinin Mâlik-i Kerîm’inin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp şu dünyada dahi cennetin bâki bir zevkini manen tattırır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, although by means of thanks sustenance becomes such a valuable,rich, all-embracing treasury, through ingratitude it becomes utterly valueless.
İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu halde, şükürsüzlük ile nihayet derecede sukut eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As is explained in the Sixth Word, when the sense of taste in the tongue is turned towards sustenance for the sake of Almighty God, that is, when it performs its duty of thanks, it  becomes  like  a grateful inspector of the  numberless  kitchens of divine mercy and a highly-esteemed supervisor full of praise.
Altıncı Söz’de beyan edildiği gibi lisandaki kuvve-i zaika Cenab-ı Hak hesabına, yani manevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i bînihaye-i İlahiyenin hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlîkadr hükmündedir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If it is turned towards it for the sake of the  soul, that  is, without  thinking of giving thanks  to  the  One  who  has bestowed the sustenance, the sense of taste is demoted from being a highly-esteemed supervisor to the rank of a watchman of the factory of the stomach and a doorkeeper of the stable of the belly. Just as through  ingratitude these servants of sustenance descend to such a level, so does the nature of sustenance and its other servants fall; they fall from the highest rank to the lowest; they  sink  to a state opposed to the Creator of the universe’s wisdom.
Eğer nefis hesabına olsa yani rızkı in’am edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa o dildeki kuvve-i zaika, bir nâzır-ı âlîkadr makamından batn fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder. Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlük ile bu dereceye sukut eder, öyle de rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan en edna makama inerler. Kâinat Hâlık’ının hikmetine zıt ve muhalif bir vaziyete düşerler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The measure of thanks is contentment, frugality, and being satisfied and grateful.
'''Şükrün mikyası, kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuni­yettir.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
While  the  measure  of  ingratitude  is  greed,  wastefulness  and  extravagance; it  is disrespect; it is eating whatever one comes across, whether lawful or unlawful.
'''Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Like ingratitude, greed causes both loss and degradation. For example, it is as though  because of greed  that  the blessed  ant  even with its social  life  is crushed underfoot. For  although a few grains of wheat would suffice it for a year, it is not contented with this and  collects thousands if it can. But the blessed honey-bee flies overhead due to its contentment, and at a divine command bestows honey on human beings for them to eat.
Evet hırs, şükürsüzlük olduğu gibi hem sebeb-i mahrumiyettir hem vasıta-i zillettir. Hattâ hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü kanaat etmeyip senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden balı insanlara emr-i İlahî ile ihsan eder, yedirir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The name of All-Merciful – the greatest name after the name of Allah, which signifies the divine essence and is the greatest name of the Most Pure and Holy One – looks to  sustenance, and is attained to through the thanks provoked by sustenance.
Evet, Zat-ı Akdes’in alem-i zatîsi ve en a’zamî ismi olan lafzullahtan sonra en a’zam ismi olan Rahman, rızka bakar ve rızıktaki şükür ile ona yetişilir. Hem Rahman’ın en zâhir manası Rezzak’tır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, the most obvious meaning of All-Merciful is Provider.Moreover,  there are  different  varieties of thanks, the most  comprehensive of which are the prescribed prayers.
Hem şükrün envaı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The prescribed prayers are a universal index of the sorts of thanks.Furthermore, thanks comprises pure belief and a sincere affirmation of God’s unity. For a person who eats an apple and utters, “Praise be to God!” is proclaiming through his thanks: “This apple is a souvenir bestowed directly by the hand of power, a gift directly from  the treasury of mercy.” By saying this and believing it, he is ascribing everything, particular and universal, to the hand of power. He recognizes the manifestation of mercy in everything. He announces through thanks, his true belief and sincere affirmation of divine unity.
Hem şükür içinde safi bir iman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünkü bir elmayı yiyen ve “Elhamdülillah” diyen adam, o şükür ile ilan eder ki “O elma, doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir.” demesi ile ve itikad etmesi ile her şeyi –cüz’î olsun, küllî olsun– onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakiki bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The heedless man incurs serious loss through ingratitude for bounties. We shall describe only one of its many aspects. It is as follows:
İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If someone eats a delicious bounty and gives thanks, by virtue of his thanks the bounty  becomes a light and a fruit of Paradise in the hereafter. If, because of the pleasure, he thinks of it as the work of Almighty God’s favour and mercy, it yields a true, lasting delight  and enjoyment. He sends kernels and essences of its meanings and immaterial substances like these to the abodes above, while the material husk-like residue,  that  is,  the  matter  that  has  completed  its  duty and  now  is  unnecessary, becomes excreta and goes to be transformed into its original substances, that is, into the elements.
Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükretse o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvi makamlara gönderip maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına, yani anâsıra inkılab etmeye gidiyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If he fails to give thanks, the  temporary  pleasure leaves a pain and sorrow at its passing, and itself becomes waste. Bounty, which is  as precious as diamonds, is transformed into coal.
Eğer şükretmezse o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Through thanks, ephemeral sustenance produces enduring pleasures, everlasting fruits.
Şükür ile zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
While bounty that is  met with ingratitude is turned from the very best of forms into the most distasteful. For  according to the heedless person, after producing a fleeting pleasure, sustenance ends up as  waste- matter.
Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten çirkin bir surete döner. Çünkü o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Sustenance is indeed in a form worthy of love, and this form is to be seen through thanks.  However, the  passion  of  the  misguided  and  heedless  for  sustenance  is animality. You  can make further comparisons in this way and see what a loss the heedless and misguided suffer.
Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var, o da şükür ile o suret görünür. Yoksa ehl-i gaflet ve dalaletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki ehl-i dalalet ve gaflet ne derece hasaret ediyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Among animate species, man is the most needy for all the varieties of sustenance. Almighty God created man as a comprehensive mirror to all His names; as a miracle of power with the capacity to weigh up and recognize the contents of all His treasuries of mercy; and as His vicegerent on earth possessing the faculties to draw to the scales and evaluate all the subtleties of His names’ manifestations. He therefore made man utterly resourceless, rendering  him  needy  for  the  endless  varieties  of  sustenance, material and immaterial. Thanks is the means of raising man to “the best of forms,” which is the highest position in accordance with this comprehensiveness. If he does not give thanks, he falls to “the lowest of the low,” and perpetrates a great wrong.
Enva-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envaına muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak, insanı bütün esmasına câmi’ bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmasının cilvelerinin ve sanatlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip maddî ve manevî rızkın hadsiz envaına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa esfel-i safilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâb eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''In Short:'''Thanks is the most essential of the four fundamental principles of the way of worship and winning God’s love, the highest and most elevated way. These four principles have been defined as follows:
'''Elhasıl:''' En a’lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-i ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki o dört esas şöyle tabir edilmiş:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“Four things are necessary on the way of the impotent, my friend:
“Der tarîk-i acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“Absolute impotence, absolute poverty, absolute fervour, and absolute thanks, my friend.”
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O God, through Your mercy, appoint us among those who give thanks, O Most Merciful of the Merciful!
اَللّٰهُمَّ اج۟عَل۟نَا مِنَ الشَّاكِرٖينَ بِرَح۟مَتِكَ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Glory be unto You! We have no knowledge save that which You have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise.(2:32)
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O God, grant blessings and peace to our master Muhammad, master of those who offer thanks and praise, and to all his Family and Companions. Amen.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الشَّاكِرٖينَ وَ ال۟حَامِدٖينَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ اٰمٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And the close of their cry will be, “All praise be to God, Sustainer of All the Worlds.”(10:10)
وَ اٰخِرُ دَع۟وٰيهُم۟ اَنِ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_Risale_Olan_Altıncı_Mesele"></span>
== Altıncı Risale Olan Altıncı Mesele ==
==The Sixth Matter, which is the Sixth Part==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This was included in another collection and not included here.
Hatt-ı Kur’an Mektubat mecmuasında neşredildiğinden buraya dercedilmedi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedinci_Risale_Olan_Yedinci_Mesele"></span>
== Yedinci Risale Olan Yedinci Mesele ==
==The Seventh Matter, which is the Seventh Part==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Say: “In the bounty of God, and in His mercy, in that let them rejoice;” that is better than the [wealth] they hoard.(10:58)
قُل۟ بِفَض۟لِ اللّٰهِ وَبِرَح۟مَتِهٖ فَبِذٰلِكَ فَل۟يَف۟رَحُوا هُوَ خَي۟رٌ مِمَّا يَج۟مَعُونَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This matter consists of seven “Signs,”
Şu mesele '''yedi işarettir.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
but firstly, in order to recount a number of divine bounties, we shall explain seven “Reasons,” which disclose the meanings of several divine favours.
Evvela tahdis-i nimet suretinde birkaç sırr-ı inayetin izharına '''yedi sebebi''' beyan ederiz:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Sebep:"></span>
=== Birinci Sebep: ===
===First Reason:===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Before the Great War, or around the beginning of it, I had a true vision. In it, I was under the famous mountain of Ağrı›, known as Mount Ararat. The mountain suddenly exploded with a terrible blast. Pieces the size of mountains were scattered all over the world. I looked and saw that in that awful situation, my mother was beside me. I said to  her: “Don’t be frightened. This is happening at Almight y God’s command, and He is  All-Compassionate and All-Wise.” Suddenly, while in that situation, I saw that a person of importance was commanding me: “Expound the Qur’an’s miraculousness!
Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir, o Rahîm’dir ve Hakîm’dir.” Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I awoke and I  understood that there was going to be a great explosion and upheaval, and that following it the walls surrounding the Qur’an would be destroyed. The Qur’an would then defend itself directly. It was going to be attacked and its miraculousness would be its steel armour. And in a way surpassing his ability, someone like myself would be appointed at this time to reveal one sort of its miraculousness; I understood that I had been designated.
Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek, i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since the Qur’an’s miraculousness has been expounded to an extent in the Words, to set forth the divine favours received in our service, which are sorts of blessings and emanations of  its miraculousness, will surely assist it and pass to its account, and should therefore be set forth.
Madem i’caz-ı Kur’an’ı bir derece beyan, Sözler’le oldu. Elbette o i’cazın hesabına geçen ve onun reşehatı ve berekâtı nevinden olan hizmetimizdeki inayatı izhar etmek, i’caza yardımdır ve izhar etmek gerektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_Sebep:"></span>
=== İkinci Sebep: ===
===Second Reason:===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The All-Wise  Qur’an  is  our  guide, master, and  leader, and shows  us  the  way  in  all  our  conduct. So  since  it  praises  itself, following  its instruction, we shall praise its commentary.
Kur’an-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir. O, kendi kendini medhediyor. Biz de onun dersine ittibaen, onun tefsirini medhedeceğiz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, since the Words that have been written are a sort of commentary on the Qur’an, and its treatises are the property of the Qur’an’s truths and its realities; and since in most of its Suras, and particularly in the Alif. Lam. Ra.’s and Ha. Mim.’s, the All-Wise Qur’an displays itself in all its magnificence, tells of its own perfections, and praises itself in a way of which it is worthy; certainly we are charged with making known the flashes of the Qur’an’s miraculousness that are reflected in the Words, and the dominical favours that are a sign of that service’s acceptance. For our master does this and teaches us to do it.
Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir ve o risalelerdeki hakaik ise Kur’an’ın malıdır ve hakikatleridir. Ve madem Kur’an-ı Hakîm ekser surelerde, hususan الٰرٓ larda حٰمٓ lerde kendi kendini kemal-i haşmetle gösteriyor, kemalâtını söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi kendine ediyor. Elbette Sözler’de in’ikas etmiş Kur’an-ı Hakîm’in lemaat-ı i’caziyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inayat-ı Rabbaniyenin izharına mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_Sebep:"></span>
=== Üçüncü Sebep: ===
===Third Reason:===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I do not say this about the Words out of modesty but in order to explain a truth, that the truths and perfections in the Words are not mine; they are the Qur’an’s  and  they  have  issued  from  the  Qur’an.  The  Tenth  Word,  for  instance, consists of a few droplets filtered from hundreds of verses, and the rest of the treatises are all like that.
Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum, belki bir hakikati beyan etmek için derim ki: Sözler’deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since I know it is  thus and since I am transient, I shall depart, of course something, a work, which is enduring should not, and must not, be tied to me. And since it is the custom of the people of misguidance and rebellion to refute a work that does not suit their purposes by refuting its author, the treatises, which are bound to the stars of the skies of the Qur’an, should not be bound to a rotten post like me who may be the object of criticism and disapproval, and may fall.
Madem ben öyle biliyorum ve madem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yı Kur’an’ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Also, it is generally the custom to search for the merits of a work in the qualities of its author, whom people suppose to be the work’s source and origin. To attribute those elevated truths and  brilliant jewels to a bankrupt like me in keeping with that custom, and to my person, who  could not produce one thousandth of them himself, is a great injustice towards the truth. I am therefore compelled to proclaim that the treatises are not my property; they are the Qur’an’s property, and issuing from the Qur’an, they manifest its virtues.
Hem madem örf-i nâsta, bir eserdeki mezaya, o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifinin etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i gâliyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, the qualities of delicious bunches of grapes should not be sought in their dry stalks. I resemble such a dry stalk.
'''Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Sebep:"></span>
=== Dördüncü Sebep: ===
===Fourth Reason:===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Sometimes modesty suggests ingratitude for bounties, indeed, is ingratitude for bounties. Then sometimes recounting bounties is a cause of pride. Both are  harmful. The  only  solution  is  for  it  to  be  neither. To  admit  to  virtues  and perfections, but without claiming ownership of them, is to show them to be the works bestowed by the True Bestower.
Bazen tevazu, küfran-ı nimeti istilzam ediyor belki küfran-ı nimet olur. Bazen de tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakiki’nin eser-i in’amı olarak göstermektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, suppose someone were to dress you in a  robe  of  honour  embroidered  and  encrusted  with  jewels  and  you  became  ver y beautiful. The people then said to you: “What wonders God has willed! How beautiful you are! How beautiful you have become!”, but you modestly replied: “God forbid! Don’t say such a thing! What am I? This is nothing!To do this would be ingratitude for the bounty and disrespectful towards skilful crafts man who had dressed you in the garment. While if you were to reply proudly: “Yes, I am  very  beautiful. Surely there  is  no  one  to  compare  with  me!”, that  would  be conceited pride.
Mesela, nasıl ki murassa ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: “Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârane desen: “Hâşâ! Ben neyim, hiç... Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: “Evet, ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahirdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In consequence, to avoid both conceit and ingratitude one should say: “Yes, I have grown beautiful. But the beauty springs from the robe, and thus indirectly from the one who clothed me in it; it is not mine.”
İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Like this, if my voice were strong enough, I would shout out to the whole earth: “The Words are beautiful; they are truth, they are reality; but they are not mine. They are rays shining out from the truths of the Noble Qur’an.
İşte bunun gibi ben de sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler fakat benim değildirler, Kur’an-ı Kerîm’in hakaikinden telemmu etmiş şuâlardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In accordance with the principle of:I  cannot  praise  Muhammad  with  my  words,  rather  my  words  become praiseworthy through Muhammad,
وَ مَا مَدَح۟تُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتٖى وَ لٰكِن۟ مَدَح۟تُ مَقَالَتٖى بِمُحَمَّدٍ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I say:
düsturuyla derim ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I  cannot  praise  the  Qur’an  with  my  words,  rather  my  words  become praiseworthy through the Qur’an.
وَ مَا مَدَح۟تُ ال۟قُر۟اٰنَ بِكَلِمَاتٖى وَ لٰكِن۟ مَدَح۟تُ كَلِمَاتٖى بِال۟قُر۟اٰنِ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
That is to say, I did not beautify the truths of the Qur’an’s miraculousness, I could not show them beautifully; rather, the Qur’an’s beautiful truths made my words beautiful and elevated them.
Yani “Kur’an’ın hakaik-i i’cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur’an’ın güzel hakikatleri, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvileştirdi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since it is thus, it is acceptable to recount divine bounties and to make known in the  name of the beauty of the Qur’an’s truths, the beauties of its mirrors known as the Words, and the divine favours which comprise those mirrors.
Madem böyledir; hakaik-i Kur’an’ın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Sebep:"></span>
=== Beşinci Sebep: ===
===Fifth Reason:===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
A long time ago I heard from one of the people of sainthood that he had  divined from the obscure allusions of the saints of old – received from the Unseen – that a  light would appear in the East that would scatter the darkness of innovation. He was certain of this. I have long awaited the coming of the light, and I am awaiting it. But flowers appear in the spring and the ground has to be prepared for such sacred flowers. I understood that with this service of ours we are preparing the ground for those luminous people.
Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten işittim ki o zat, eski velilerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki: “Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümatını dağıtacak.” Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin ihzar ediyoruz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
So to proclaim  the divine favours which pertain not to us but to the lights called the Words should lead not to pride or conceit but to praise and thanks, and to recounting the divine bounties.
Madem kendimize ait değil, elbette Sözler namındaki Nurlara ait olan inayat-ı İlahiyeyi beyan etmekte medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_Sebep:"></span>
=== Altıncı Sebep: ===
===Sixth Reason:===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Dominical  favours, which  are  an  immediate  reward  for our serving the Qur’an by means of the Words, and an encouragement, are a success granted  by God. And success should be made known. If they surpass success, they become a divine  bestowal. To make known divine bestowal infers thanks. If they surpass that too, they become wonders of the Qur’an with no interference on the part of our wills; we have merely manifested them. It is harmless to make known wonders of this sort, which occur unheralded  and  without  the  intervention  of will. If they surpass  ordinar y wonders,they become rays of the Qur’an’s miraculousness.
Sözler’in telifi vasıtasıyla Kur’an’a hizmetimize bir mükâfat-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inayat-ı Rabbaniye, bir muvaffakiyettir. Muvaffakiyet ise izhar edilir. Muvaffakiyetten geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlahî olur. İkram-ı İlahî ise izharı bir şükr-ü manevîdir. Ondan dahi geçse olsa olsa hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’aniye olur. Biz mazhar olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız ve habersiz gelen bir kerametin izharı, zararsızdır. Eğer âdi keramatın fevkine çıksa o vakit olsa olsa Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin şuleleri olur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And since miraculousness may be made known, the  making  known  of  what  assists the miraculousness passes to the account of the miraculousness and cannot be the cause of any pride or conceit; it should rather be the cause of praise and thanks.
Madem i’caz izhar edilir, elbette i’caza yardım edenin dahi izharı i’caz hesabına geçer; hiç medar-ı fahir ve gurur olamaz, belki medar-ı hamd ve şükrandır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedinci_Sebep:"></span>
=== Yedinci Sebep: ===
===Seventh Reason:===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Eighty per cent of mankind are not investigative scholars who can penetrate to reality, recognize reality as reality and accept it as such. They rather accept matters by way of imitation, that they hear from acceptable and reliable people, in consequence of their good opinions of them. In fact, they look on a powerful truth as weak when in the possession of a weak man, while if they see a worthless matter in the possession of a worthy man, they deem it valuable.
Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikati, zayıf bir adamın elinde zayıf görür ve kıymetsiz bir meseleyi, kıymettar bir adamın elinde görse kıymettar telakki eder.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Because of this, in order not to reduce the value of the truths of faith and the Qur’an in the eyes of most people since they are in the hands of a weak and worthless wretch like myself, I am compelled to proclaim that outside our knowledge and will, someone is employing us;
İşte ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için bilmecburiye ilan ediyorum ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
we are not aware of it, but he is making us work. My evidence is  this: outside our wills and consciousness,  we  manifest  certain  favours  and  facilities.
İhtiyarımız ve haberimiz olmadan birisi bizi istihdam ediyor, biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inayata ve teshilata mazhar oluyoruz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In  which  case,  we  are compelled to shout out and proclaim those favours.
Öyle ise o inayetleri bağırarak ilan etmeye mecburuz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In consequence of the above seven reasons, we shall point out several signs of universal dominical favours.
'''İşte geçmiş yedi esbaba binaen, küllî birkaç inayet-i Rabbaniyeye işaret edeceğiz.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_İşaret:"></span>
=== Birinci İşaret: ===
===FIRST SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Explained in the First Point of the Eighth Matter of the Twenty-Eighth Letter, are the  ‘coincidences’  (tevâfukat).
Yirmi Sekizinci Mektup’un Sekizinci Mesele’sinin Birinci Nüktesi’nde beyan edilmiştir ki “tevafukat”tır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For  example, in  the  Nineteenth  Letter,  about  the miracles of Muhammad (UWBP), in a copy written by a scribe who was unaware of this  factor,  on sixty  pages  –  with the  exception of two  –  from the Third  to  the Eighteenth Signs,  more  than  two  hundred  instances  of  the  phrase  “God’s  Noble Messenger, Upon whom be blessings  and peace” look to each other corresponding perfectly. Anyone fair who looks at two pages would confirm that they are not the product of mere chance. If many instances of the same word corresponded to each other on the same page, half would be chance and half coincidence; it would only be wholly coincidence if this occurred on more than one page. So if two, three, four, or even more instances of the phrase “God’s Noble Messenger, Upon whom be blessings and peace” correspond to each other perfectly on all the pages, it surely is not possible for it to be chance. It shows too that a coincidence that eight different scribes have been unable to spoil is a powerful sign from the Unseen.
Ezcümle: Mu’cizat-ı Ahmediye Mektubatında, Üçüncü İşaret’inden tâ On Sekizinci İşaret’ine kadar altmış sahife; habersiz, bilmeyerek bir müstensihin nüshasında iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki bütün sahifelerde –kemal-i muvazenetle– iki yüzden ziyade “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm” kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede, kesretli emsal kelimeleri bulunsa yarı yarıya tevafuk olur ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesi; iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa elbette tesadüf olması mümkün değildir. var Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, içinde olduğunu gösterir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Although the various degrees of eloquence are to be found in the books of the scholars of rhetoric and eloquence, the eloquence of the All-Wise Qur’an has risen to the degree of miraculousness and it is in no one’s power to  reach it. Similarly, the ‘coincidences’ in the Nineteenth Letter, which is a mirror of the miracles of Muhammad (UWBP), and in the Twenty-Fifth Word, which is an interpreter of the miracles of the Qur’an, and in the various parts of the Risale-i Nur, which  is  a  sort  of  commentary  on  the  Qur’an,  demonstrate  a  degree  of singularity surpassing all other  books. It is understood from this that it is a sort of wonder of the miraculousness of the Qur’an and the miracles of Muhammad (UWBP) which is manifested and represented in those mirrors.
Nasıl ki ehl-i belâgatın kitaplarında, belâgatın derecatı bulunduğu halde; Kur’an-ı Hakîm’deki belâgat, derece-i i’caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de mu’cizat-ı Ahmediyenin bir âyinesi olan On Dokuzuncu Mektup ve mu’cizat-ı Kur’aniyenin bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, umum kitapların fevkinde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki mu’cizat-ı Kur’aniye ve mu’cizat-ı Ahmediyenin bir nevi kerametidir ki o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="İkinci_İşaret:"></span>
=== İkinci İşaret: ===
===SECOND SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The second of the dominical favours pertaining to the service of the Qur’an is this: Almighty God bestowed on someone like me who has difficulty in writing, is semi-literate, alone, in exile, and barred from mixing with people, brothers as helpers who are strong, earnest, sincere, enterprising, and self-sacrificing, and whose pens are each like diamond swords. He placed on their powerful shoulders the Qur’anic duty that  weighed  heavily  on  my  weak  and  powerless  ones.   Out  of  His  perfect munificence, He lightened my load.
Hizmet-i Kur’aniyeye ait inayat-ı Rabbaniyenin ikincisi şudur ki: Cenab-ı Hak; benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilattan men’edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddi, samimi, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zayıf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden, yükümü hafifleştirdi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In Hulûsi’s words, that blessed community is like a collection of wireless and telegraph receivers, and in  Sabri’s, like the machines producing the electricity of the light factory. With their different virtues and worthy qualities, again in Sabri’s words, manifesting a sort of coincidence proceeding from the Unseen, they spread the mysteries of the Qur’an and lights of faith all  around reflecting each other’s enthusiasm, effort, enterprise, and seriousness, making them reach everywhere. At this time, that is, when the alphabet has been changed, and there are no printing-presses, and everyone is in need of the lights of belief, and there are numerous things  to dispirit a person and destroy his enthusiasm, their unflagging service and sheer fervour  and endeavour are directly a wonder of the Qur’an and a clear divine favour.
O mübarek cemaat ise –Hulusi’nin tabiriyle– telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve –Sabri’nin tabiriyle– nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber –yine Sabri’nin tabiriyle– bir tevafukat-ı gaybiye nevinden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’aniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zâhir bir inayet-i İlahiyedir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, just as sainthood has its wonders, so does a pure intention. So  does  sincerity. Especially  serious,   sincere  solidarity  between  brothers  and brotherhood purely for God’s sake – they produce  numerous wonders. In fact, the collective personality of such a community may achieve the perfection of a saint and manifest divine favours.
Evet, velayetin kerameti olduğu gibi niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bâhusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
My brothers and my friends in the service of the Qur’an! Just as it is unjust and wrong to  give all the  glory and all the booty to the sergeant of a  company that conquers a citadel, so you should not ascribe the divine favours in the victories won through the strength of your collective personality and your pens to an unfortunate like myself! In fact, there is another indication of  the  Unseen  in  such a  blessed  community, more powerful  than  the ‘coincidences’ proceeding from the Unseen and I can see it, but I may not point it out to everyone at large.
İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım! Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir bîçareye veremezsiniz. Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Üçüncü_İşaret:"></span>
=== Üçüncü İşaret: ===
===THIRD SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The fact that the various parts of the Risale-i Nur prove the principal truths of belief  and  the Qur’an  in brilliant  fashion to  even the most  obdurate person  is a powerful sign from the Unseen and divine favour. For among those truths are some that Ibn Sina, who was considered the greatest genius, confessed his powerlessness to understand, saying: “Reason cannot solve these.” Whereas the Tenth Word explains what he could not achieve with his genius to ordinary people, or even to children.
Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş “Akıl buna yol bulamaz!demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da çocuklara da bildiriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And for example, a learned scholar like Sa‘d al-Din Taftazani could only solve the  mystery of divine determining and man’s will in forty to fifty pages with the famous Muqaddimat-i Ithna ‘Ashar in his work Talwihat. Those same matters, which he set out for the  elite alone, are explained completely in two pages in the Second Topic of the Twenty-Sixth Word, which is about divine determining, in a way that everyone can understand; if that is not a mark of divine favour, what is?
Hem mesela, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk elli sahifede, meşhur Mukaddimat-ı İsna Aşer namıyla Telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Söz’de, İkinci Mebhas’ın iki sahifesinde tamamıyla hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
There are also what are known as the mystery of world’s creation and the riddle of the universe, which have perplexed everyone and no philosophy has been able to solve: through  the miraculousness of the Qur’an of Mighty Stature, that  abstruse talisman and astonishing  riddle are solved in the Twenty-Fourth Letter, and in the Allusive Point towards the end of the Twenty-Ninth Word, and in the six instances of wisdom in the transformations of minute particles explained in the Thirtieth Word. They have disclosed  and explained the mystery  of  the astonishing activity in the universe, and the riddle of the universe’s creation and its end, and the meaning and instances of wisdom in the motion and transformations of particles; they are there for all to see and may be referred to.
Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkül-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve âkıbetinin muammasını ve tahavvülat-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, the Sixteenth and Thirty-Second Words explain with perfect clarit y the partnerless unity of dominicality, through the mystery of divine oneness, together with the astonishing truths of infinite divine proximity and our infinite distance from God. While the exposition of the phrase “And He is Powerful over all things” in the Twentieth Letter and its  Addendum which contains three comparisons demonstrate self-evidently that minute particles  and the planets are equal in relation to divine power, and that at the resurrection of the dead, the raising to life of all beings with spirits will be as easy for that power as the raising to life of a single soul, and that the intervention of any partner to God in the creation of the universe is so far from reason as to be impossible, thus disclosing a vast mystery of divine unity.
Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti hem nihayetsiz kurbiyet-i İlahiye ile nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayret-engiz hakikatleri kemal-i vuzuh ile On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi; kudret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i a’zamda umum zîruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta müdahalesi, imtina derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektup’taki وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَى۟ءٍ قَدٖيرٌ kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore,  although in the truths of belief  and  the Qur’an there  is such a breadth that the greatest human genius cannot comprehend them, the fact that they appeared together with the great majority of their fine points through someone like me whose mind is confused, situation wretched, has no book to refer to, and who writes with  difficulty  and  at  speed, is  directly  the  work  of  the  All-Wise  Qur’an’s miraculousness and a manifestation of dominical favour and a powerful sign from the Unseen.
Hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyede öyle bir genişlik var ki en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve süratle yazan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_İşaret:"></span>
=== Dördüncü İşaret: ===
===FOURTH SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Fifty to sixty treatises were bestowed in such a way that, being works that could not  be  written  through  the  efforts  and  exertions  of  great  geniuses  and  exacting scholars, let alone someone like me who thinks little, follows the apparent, and does not have the time for close study, they demonstrate that they are directly the works of divine favour. For in all these treatises, the most profound truths are taught by means of comparisons  to the most  ordinary and uneducated people. Whereas  leading scholars have said about most of those truths that they cannot be made comprehensible and have not taught them to the elite, let alone to the common people.
Elli altmış risaleler (*<ref>* Şimdi yüz otuzdur. </ref>) öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tetkikin sa’y ü gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilat vasıtasıyla, en âmî ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler “Tefhim edilmez.” deyip değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, for these most distant truths to be taught to the most ordinary man in the closest way, with wondrous ease and clarity of expression, by someone like me who has little  Turkish, whose words are obscure and mostly incomprehensible, and for many years has  been famous for complicating the clearest facts and whose former works confirm this  ill-fame, is certainly and without any doubt a mark of divine favour and cannot be through  his skill; it is a manifestation of the Noble Qur’an’s miraculousness, and a representation and reflection of the Qur’an’s comparisons.
İşte en uzak hakikatleri, en yakın bir tarzda, en âmî bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilat ve suhulet-i beyan; elbette bilâ-şüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerîm’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilat-ı Kur’aniyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_İşaret:"></span>
=== Beşinci İşaret: ===
===FIFTH SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The  fact  that  although  generally  speaking  the  treatises  have  been  widely distributed, and  classes  and  groups  of  people  from  the  loftiest  scholars  to  the uneducated, and from great saints from among those who approach reality with their hearts to the most obdurate irreligious philosphers, have seen them and studied them and have not criticized them, despite some of them receiving blows through them; and the fact that each group has benefited from them according to its degree; is directly a mark of dominical favour and a wonder of the Qur’an. And although treatises of that sort  are  written  only  after  much  study  and  research,  these  were  written  with extraordinary speed and at distressing times when my mind was contracted,confusing my thought and understanding, which is a mark of divine favour and a dominical bestowal.
Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmî adama kadar ve ehl-i kalp büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur’aniye olduğu gibi çok tetkikat ve taharriyatın neticesiyle ancak husul bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir süratle hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, most of my brothers and all the friends who are with me and the scribes know that the five parts of the Nineteenth Letter were written referring to no book at all in several days working for two or three hours each day making a total of twelve hours; and the Fourth Part, which is the most important and displays a clear seal of prophethood in the phrase  “God’s Noble Messenger, Upon whom be blessings and peace,” was written from memory in three or four hours in the rain in the mountains; and that the important and profound treatise of the Thirtieth Word was written in six hours in an orchard; and that as with the  Twenty-Eighth  Word, which was written finally  in  two  hours  in  Süleyman’s  garden, most  of  them  were  written  in  such conditions; my close friends know also that for many years, when I suffer difficulties and my mind is contracted, I cannot explain even the plainest facts, indeed, I do not even know them. Then especially when illness aggravates the distress, It prevents me from teaching and writing even more. Yet despite this, the most important of  the Words and  their treatises  were  written  when  I was  suffering most  difficulty and illness, and with the most speed. If this was not a direct divine favour and dominical bounty and wonder of the Qur’an, what was it?
Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar ki On Dokuzuncu Mektup’un beş parçası, birkaç gün zarfında her gün iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması; hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde zâhir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç dört saatte, dağda, yağmur altında ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi ekser risaleler böyle olması ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman, en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse daha ziyade beni dersten, teliften men’etmekle beraber; en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda en süratli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur’aniye olmazsa nedir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, whatever  book  it  may be, if  it  discusses  the  divine  truths  and realities of faith, it will certainly be harmful for some people, and for this reason all the matters it  contains should not be taught to everyone. However, although I have asked many people, up  to the present time these treatises have caused no harm to anyone;  they have  caused  no  ill  effects  or  unfavourable  reaction,  nor  have  they disturbed anyone’s mind. It absolutely certain in my opinion that this is a direct sign of the Unseen and dominical favour.
Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlahiyeden ve imaniyeden bahsetmiş ise alâküllihal bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise şimdiye kadar hiç kimsede –çoklardan sorduğum halde– sû-i tesir ve aksü’l-amel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_İşaret:"></span>
=== Altıncı İşaret: ===
===SIXTH SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It has now become absolutely clear in my view that most of my life has been directed  in such a way, outside my own will, ability, comprehension, and foresight, that it might produce these treatises to serve the All-Wise Qur’an. It is as if all my life as a scholar had been spent in preparation and preliminaries, the result of which was the exposition of the Qur’an’s  miraculousness through the Words.
Şimdi bence kat’iyet peyda etmiştir ki ekser hayatım ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garib bir surette ona cereyan verilmiş; tâ Kur’an-ı Hakîm’e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddimat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile i’caz-ı Kur’an’ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I have no doubt even that these seven years of exile, and the situation imposed on me whereby I have been isolated for no reason and against my wish, living a solitary life in a village in a way opposed to my temperament, and my feeling disgust at and abandoning many of the ties and rules of social life to which I had long grown accustomed, was in order to make me carry out this duty to serve the Qur’an directly and in purely sincere fashion.
Hattâ şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilafında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif yalnız, bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim; doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’aniyeyi hâlis, safi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I am of the opinion that the ill-treatment was very often visited on me by a hand of favour under the veil of unjust oppression, compassionately, in order to focus my thought on the mysteries of the Qur’an and restrict it and not allow my mind to be distracted.
Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında, bir dest-i inayet tarafından merhametkârane, Kur’an’ın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
And being prevented from studying all other books, despite formerly having great desire to study, I felt an aloofness towards them in my spirit. I understood that I had been made to give up studying, which would have been a solace and familiar in my exile, so that the verses of  the Qur’an should be my absolute master directly.
Hattâ eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitapların mütalaasından bir men’, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terk ettiren, anladım ki doğrudan doğruya âyât-ı Kur’aniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, the great majority of the works that have been written, the treatises, have  been  bestowed  instantaneously and  suddenly in  consequence  of some  need arising from  my  spirit, not from any outside cause. Then when afterwards I have shown them to friends, they have said that they are the remedy for the wounds of the present time. And having been  disseminated, I have understood from most of my brothers that they meet the needs of the times exactly and are like a cure for every ill.
Hem yazılan eserler, risaleler –ekseriyet-i mutlakası– hariçten hiçbir sebep gelmeyerek ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I have no doubt therefore that the above-mentioned points and the course of my life and  my involuntarily studying fields of learning opposed  to normal practice, outside my own  will and awareness, were a powerful divine favour and dominical bounty bestowed to yield sacred results such as these.
İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr haletler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların envalarındaki hilaf-ı âdet ihtiyarsız tetebbuatım; böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için kuvvetli bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedinci_İşaret:"></span>
=== Yedinci İşaret: ===
===SEVENTH SIGN===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In the course of our work over the past five to six years, without exaggeration we have seen with our own eyes a hundred instances of divine bestowal and dominical favour  and  wonders  of  the  Qur’an.  We  have  pointed  out  some  of  them  in  the Sixteenth Letter, and  others we have described in the various matters of the Fourth Topic of the Twenty-Sixth  Letter, and  in the Third  Matter  of the Twenty-Eighth Letter. My close  friends  know  these, and  Süleyman  Efendi, my constant  friend, knows  many  of  them. We  experience  an  extraordinary  and  wondrous  ease  in spreading the Words in particular and other  treatises, and in correcting them, and putting them in order, and in the rough and final drafts. I have no doubt that this is a wonder of the Qur’an. There have been hundreds of instances of it.
Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâ-mübalağa yüz eser-i ikram-ı İlahî ve inayet-i Rabbaniye ve keramet-i Kur’aniyeyi gözümüzle gördük. Bir kısmını, On Altıncı Mektup’ta işaret ettik; bir kısmını, Yirmi Altıncı Mektup’un Dördüncü Mebhası’nın mesail-i müteferrikasında; bir kısmını, Yirmi Sekizinci Mektup’un Üçüncü Mesele’sinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan Sözler’in ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyizinde, fevka’l-me’mul kerametkârane bir teshilata mazhar oluyoruz. Keramet-i Kur’aniye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, we are nurtured with great tenderness in our daily lives with the Gracious One who employs us bestowing on us the least desires of our hearts in ways entirely outside the ordinary in order to gratify us. And so on.
Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inayet tatmin etmek için fevka’l-me’mul bir surette ihsan ediyor ve hâkeza…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This situation is a truly powerful sign from the Unseen that we are being employed; we are being made to serve the Qur’an both within the sphere of divine pleasure, and through divine favour.
'''İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ki biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde hem inayet altında bize hizmet-i Kur’aniye yaptırılıyor.'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
All praise be to God, this is a bounty from my Lord and Sustainer!
اَل۟حَم۟دُ لِلّٰهِ هٰذَا مِن۟ فَض۟لِ رَبّٖى
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
All Glory be unto You! We have no knowledge save that which You have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise!(2:32)
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O God! Grant blessings to our master Muhammad that will be pleasing to You and fulfilment of his truth, and to his Family and Companions, and grant them peace. Amen.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ وَ سَلِّم۟ تَس۟لٖيمًا كَثٖيرًا اٰمٖينَ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Mahrem_Bir_Suale_Cevaptır"></span>
=== Mahrem Bir Suale Cevaptır ===
===The Answer to a Confidential Question===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[This instance of divine favour was written some time ago confidentially and  was  added  to  the  end of the  Fourteenth  Word. However, most of the scribes have forgotten it and not written it. That is  to say, the appropriate place for it must  have been here, since it remained unknown.]
Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burası imiş ki gizli kalmış.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''You ask me:'''“How is it that in the Words you have written from the Qur’an are a power  and  effectiveness  rarely to be found in the words of Qur’anic commentators  and those with  knowledge  of God? Sometimes a single  line  is  as powerful as a page, and one page as effective as a book?”
'''Benden sual ediyorsun:''' “Neden senin Kur’an’dan yazdığın Sözler’de bir kuvvet, bir tesir var ki müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitap kadar tesir bulunuyor?”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''A good answer: since the honour belongs to the Qur’an’s miraculousness and not to me, I say fearlessly: it is mostly like that for the following reason: The Words that have been written are not supposition, they are affirmation; they
'''Elcevap:''' –Güzel bir cevaptır– Şeref, i’caz-ı Kur’an’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâ-perva derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir, teslim değil imandır, marifet değil şehadettir, şuhuddur, taklit değil tahkiktir, iltizam değil iz’andır, tasavvuf değil hakikattir, dava değil dava içinde bürhandır.
are not submission, they are belief; they are not intuitive knowledge (marifet), they are a testifying and witnessing; they are not imitating, they are verification; they are not taking the part of something, they are comprehension of it; they are not Sufism, they are reality (hakikat); they are not a claim, they are the proof within the claim.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The wisdom in this is as follows: Formerly, the  fundamentals of belief  were  protected, submission was strong.Even if the intuitive knowledge of those with knowledge of God lacked proof, their expositions were acceptable and sufficient. But at this time, since the misguidance of science has stretched out its hand to the fundamentals and pillars [of belief], the All- Wise and  Compassionate  One of Glory,  who  bestows a remedy for  every ill, in consequence of my impotence and weakness, want and need, mercifully bestowed in these writings of mine which serve the Qur’an a single ray from the comparisons of that Noble Qur’an, which are a most brilliant manifestation of its miraculousness.
Şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilatından bir şulesini; acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’an’a ait yazılarıma ihsan etti.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
All praise be  to  God, distant  truths  were  brought  close through the telescope of the mystery of comparisons.
Felillahi’l-hamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Through the aspect of unity of the mystery of comparisons, truly disparate matters were collected together.
Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Through the stairs of the mystery of comparisons, the highest truths were easily reached.
Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Through the window of the mystery of comparisons, a certainty of belief in the truths of the Unseen and fundamentals of Islam was obtained close to the degree of witnessing (şuhûd). The intellect, as well as the imagination and fancy, and the soul and  caprice, were compelled to submit, and Satan too was compelled to surrender his weapons.
Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehm ü hayal, hattâ nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''In Short:'''Whatever beauty and effectiveness are found in my writings, they are only flashes of the Qur’anic comparisons. My share is only my intense need and my seeking, and my extreme impotence and my beseeching. The ill is mine, and the cure, the Qur’an’s.
'''Elhasıl:''' Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur’an’ındır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedinci_Mesele’nin_Hâtimesidir"></span>
=== Yedinci Mesele’nin Hâtimesidir ===
===The Conclusion of the Seventh Matter===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[This is to banish any doubts that have arisen or may arise concerning the signs from the Unseen  apparent in the form of the above eight divine favours, and describes a further divine favour and its mighty mystery]
Sekiz inayet-i İlahiye suretinde gelen işarat-ı gaybiyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı izale etmek ve bir sırr-ı azîm-i inayeti beyan etmeye dairdir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
This conclusion consists of four points.
Şu Hâtime '''dört nükte'''dir:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''FIRST POINT'''We claimed in the Seventh Matter of the Twenty-Eighth Letter that we saw a sign from the Unseen, called the Eighth Favour, which we perceived in the seven or eight universal,  immaterial  divine  favours,  and  a  manifestation  of  that  sign  in  the embroideries known as the coincidences (tevâfukat). And we claim that those seven or eight universal divine favours are so powerful and certain that each on its own proves those signs from the Unseen. If, to suppose the impossible, some appear weak, or are denied even, it will not damage the certainty of that sign from the Unseen. A person who cannot deny the divine favours, cannot deny the signs.
'''Birinci Nükte:''' Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Mesele’sinde yedi sekiz küllî ve manevî inayat-ı İlahiyeden hissettiğimiz bir işaret-i gaybiyeyi “Sekizinci İnayet” namıyla “tevafukat” tabiri altındaki nakışta o işaratın cilvesini gördüğümüzü iddia etmiştik. Ve iddia ediyoruz ki: Bu yedi sekiz küllî inayatlar, o derece kuvvetli ve kat’îdirler ki her birisi tek başıyla o işarat-ı gaybiyeyi ispat eder. Farz-ı muhal olarak bir kısmı zayıf görülse hattâ inkâr edilse o işarat-ı gaybiyenin kat’iyetine halel vermez. O sekiz inayatı inkâr edemeyen, o işaratı inkâr edemez.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But because people differ in respect of their level, and because the most numerous  level,  the mass of people, rely mostly on what they see, since the coincidences are not the most powerful but the most apparent of the eight divine favours – certainly the others are more powerful but since this is more general – I have been compelled to expound a truth by way of comparing them, with the intention of dispelling those doubts. It is like this:
Fakat tabakat-ı nâs muhtelif olduğu hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam gözüne daha ziyade itimat ettiği için; o sekiz inayatın içinde en kuvvetlisi değil belki en zâhirîsi tevafukat olduğundan –çendan ötekiler daha kuvvetli fakat bu daha umumî olduğu için– ona gelen evhamı def’etmek maksadıyla bir muvazene nevinden, bir hakikati beyan etmeye mecbur kaldım. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We  said  concerning  the  apparent  divine  favour  that  so  many  coincidences appeared in the word “Qur’an” and the phrase “God’s Noble Messenger, Upon whom be blessings and peace” in the treatise we had written that no doubt remained that they had  been  ordered  intentionally and  given  mutually  corresponding  positions. Our evidence that the will and intention is not ours is that we became aware of them only three or four years later. In which  case, as a work of divine favour, the will and intention  pertain  to  the  Unseen. This  singular  situation  was  bestowed  solely  to corroborate the miraculousness of the Qur’an and of Muhammad (UWBP), and in the form of the coincidences involving those two words.
O zâhirî inayet hakkında demiştik: Yazdığımız risalelerde, Kur’an kelimesi ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor; hiçbir şüphe bırakmıyor ki bir kasd ile tanzim edilip muvazi bir vaziyet verilir. Kasd ve irade ise bizlerin olmadığına delilimiz, üç dört sene sonra muttali olduğumuzdur. Öyle ise bu kasd ve irade, bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sırf i’caz-ı Kur’an ve i’caz-ı Ahmediyeyi teyid suretinde o iki kelimede tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In addition to the blessedness of these two words being a ratifying stamp of the Qur’an’s miraculousness  and  the  miracles  of Muhammad  (UWBP), the  great  majority of similar phrases manifest coincidences, but they appear only on a single page, while the two above phrases appear throughout the two treatises and in most of the others. We have said repeatedly that essentially coincidences may be found in other books, but not to this extraordinary extent, which demonstrates an elevated will and intention.
Bu iki kelimenin mübarekiyeti, i’caz-ı Kur’an ve i’caz-ı Ahmediyeye bir hâtem-i tasdik olmakla beraber; sair misil kelimeleri dahi ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmişler. Fakat onlar, birer sahifeye mahsus. Şu iki kelime, bir iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demişiz: Bu tevafukun aslı, sair kitaplarda da çok bulunabilir; amma kasd ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garabette değildir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Now, although it is not possible to refute what we claim, there are one or two ways that it might appear to be thus if glanced at superficially.
Şimdi bu davamızı çürütmek kabil olmadığı halde, zâhir nazarlarda çürümüş gibi görmekte bir iki cihet olabilir:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One is that they may say: “You had these coincidences in mind and brought them about in this way.
Birisi: “Sizler düşünüp öyle bir tevafuku rast getirmişsiniz.” diyebilirler. “Böyle bir şey yapmak kasd ile olsa rahat ve kolay bir şeydir.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It would be easy to do that intentionally.” In reply we say this: in any matter two truthful witnesses are sufficient, but in this case a hundred truthful witnesses may be found who will testify that our will and intention played no part and that  we  became aware  of it  only three or four  years  later.
Buna karşı deriz ki: Bir davada iki şahid-i sadık kâfidir. Bu davamızdaki kasd ve irademiz taalluk etmeyerek, üç dört sene sonra muttali olduğumuza yüz şahid-i sadık bulunabilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I want  to  say in this connection that this wonder of the Qur’an proceeding from its miraculousness is not similar in kind to its miraculous  eloquence, or equal in degree. For that is beyond human power. But this wonder of its miraculousness could not occur through human power either; human power could not intervene in such a matter. If it did, it would be artificial and spoil it.(*<ref>*In one copy, on a page of the Eighteenth Sign of the Nineteenth Letter, the word “Qur’an” coincided nine times in this way. We drew a line through these and the word “Muhammad” appeared. Then on the opposite the page, the word “Qur’an” appeared eight times, and from all these the name of “Allah” emerged. Many wondrous things like these have been observed in the coincidences. We saw them with our own eyes. Signed: Bekir, Tevfik, Suleyman, Galib, Said
Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim: Bu keramet-i i’caziye, Kur’an-ı Hakîm belâgat cihetinde derece-i i’cazda olduğu nevinden değildir. Çünkü i’caz-ı Kur’an’da, kudret-i beşer o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i’caziye ise kudret-i beşerle olamıyor; kudret, o işe karışamıyor. Karışsa sun’î olur, bozulur. '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur’an tevafuk suretinde bulunduğu halde birbirine hat çektik, mecmuunda Muhammed lafzı çıktı. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur’an tevafukla beraber, mecmuunda lafzullah çıktı. Tevafukatta böyle bedî’ şeyler çok var.  
</ref>)
<br>
Bu hâşiyenin mealini gözümüzle gördük.
<br>
Bekir, Tevfik, Süleyman,
<br>
Galib, Said</ref>)'''
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Third Point'''In connection with particular signs and general signs, we shall indicate a fine point of dominicality and mercifulness:
'''Üçüncü Nükte:''' İşaret-i hâssa, işaret-i âmme münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i rububiyet ve Rahmaniyete işaret edeceğiz:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One of my brothers said something very good; I shall make it the subject here. What he said was this: one day I showed him a clear example of a coincidence and he said: “That’s good! In fact all truths and realities are good, but the coincidences in the Words and its success are even better.”
Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü, bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki: Bir gün güzel bir tevafukatı ona gösterdim, dedi: “Güzel! Zaten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözler’deki tevafukat ve muvaffakiyet daha güzeldir.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“Yes,” I said, “everything is in reality good, or in itself good, or good in  respect of its results. And this goodness looks to general dominicality, all-embracing mercy,  and universal manifestation. Like you said, the sign from the Unseen in this success is even better. This is because it takes the form of a particular mercy and particular dominicality and  particular manifestation.” We shall make this easier to understand with a comparison. It is like this:
Ben de dedim: Evet, her şey ya hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye ve şümul-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dediğin gibi bu muvaffakiyetteki işaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünkü bu, rahmet-i hâssaya ve rububiyet-i hâssaya ve tecelli-i hâssaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Through  his  universal  sovereignty  and  law,  a  king  may  encompass  all  the members of his nation with his royal mercy. Each receives the king’s favour and is subject to his rule  directly. The members all have numerous particular connections within the universality.
Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunu ile merhamet-i şahanesi umum efrad-ı millete teşmil edilebilir. Her fert, doğrudan doğruya o padişahın lütfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın çok münasebat-ı hususiyesi vardır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The second aspect are the king’s particular bounties and particular orders: above the law, he bestows favours on persons and gives his orders.
İkinci cihet, padişahın ihsanat-ı hususiyesidir ve evamir-i hâssasıdır ki umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Like this comparison, everything receives a share of the general dominicality and all-encompassing  mercy  of the Necessarily Existent One, the All-Wise and Compassionate Creator. He has disposal over everything through His power, will, and all-embracing  knowledge;  He intervenes in the  most  insignificant matters  of  all things; His dominicality embraces them. Everything  is in need of Him  in every respect. All of  their works are performed and ordered through His knowledge and wisdom. Neither nature has the ability to hide within the sphere of disposal of His dominicality, or have any effect or intervene, nor can chance interfere in the works of His wisdom and its fine balance. We have refuted chance and nature in twenty places in the Risale-i Nur with decisive proofs, executing them with the sword of the Qur’an; we have demonstrated their interference to be impossible.
İşte bu temsil gibi Zat-ı Vâcibü’l-vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm’in umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında her şey hissedardır. Her şeyin hissesine isabet eden cihette, hususi onunla münasebettardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her şeye tasarrufatı, her şeyin en cüz’î işlerine müdahalesi, rububiyeti vardır. Her şey, her şe’ninde ona muhtaçtır. Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin ve ne de tesadüfün hakkı var ki o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde yirmi yerde kat’î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur’an kılıncıyla idam etmişiz, müdahalelerini muhal göstermişiz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But the people of neglect have called “chance,” matters they do not know the wisdom of and reason for in the sphere of apparent causes within universal dominicality. They have been unable to see some of the laws of the divine acts concealed beneath the veil of nature, the wisdom and purposes of which they do not comprehend, and they have recourse to nature.
Fakat rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef’al-i İlahiyenin kanunlarını –tabiat perdesi altında gizlenmiş– görememişler, tabiata müracaat etmişler.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The second is His particular dominicality and particular favours and merciful succour, through which the names of Merciful and Compassionate come to the aid of individuals unable  to bear the constraints of the general laws; they assist them in particular fashion and save them from those crushing constraints. Therefore, all living beings and especially man may seek help from Him at all times, and receive succour.
İkincisi, hususi rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmanîsidir ki umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına Rahmanu’r-Rahîm isimleri imdada yetişirler. Hususi bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdad eder ve meded alabilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Thus, the favours in this particular dominicality cannot be hidden under chance by the people of neglect, nor be ascribed to nature.
İşte bu hususi rububiyetindeki ihsanatı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is in consequence of this that we have considered and believed the signs from the Unseen in The Miraculousness of the Qur’an and The Miracles of Muhammad to be particular  signs, certain that they are a particular succour and particular divine favour showing themselves against the obdurate deniers. So we have proclaimed them purely for God’s sake. If we were mistaken in doing so, may God forgive us. Amen.
İşte bu sırra binaendir ki İ’caz-ı Kur’an ve Mu’cizat-ı Ahmediye’deki işarat-ı gaybiyeyi, hususi bir işaret telakki ve itikad etmişiz. Ve bir imdad-ı hususi ve muannidlere karşı kendini gösterecek bir inayet-i hâssa olduğunu yakîn ettik. Ve sırf lillah için ilan ettik. Kusur etmişsek Allah affetsin, âmin!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
O our Sustainer, do not take us to task if we forget or do wrong.(2:286)
رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذ۟نَٓا اِن۟ نَسٖينَٓا اَو۟ اَخ۟طَا۟نَا
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
1.348. satır: 852. satır:
</div>
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Sekizinci_Risale_olan_Sekizinci_Mesele"></span>
== Sekizinci Risale olan Sekizinci Mesele ==
==The Eighth Matter, which is the Eighth Part==
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
[This matter consists of six questions comprising eight points.]
Şu Mesele, altı sualin cevabı olup '''sekiz nükte'''dir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Birinci_Nükte"></span>
=== Birinci Nükte ===
===FIRST POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
We have perceived many signs from the Unseen suggesting that we are being employed in the service of the Qur’an by a hand of favour, and some of these we have pointed out. Now, a new sign is this:
Bir dest-i inayet altında hizmet-i Kur’aniyede istihdam edildiğimize dair çok enva-ı işarat-ı gaybiyeyi hissettik ve bazılarını gösterdik. Şimdi o işaratın bir yenisi daha şudur ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
most of the Words contain coincidences from the
Ekser Sözler’de tevafukat-ı gaybiye var. '''(Hâşiye<ref>'''Hâşiye:''' Tevafukat ise ittifaka işarettir; ittifak ise ittihada emaredir, vahdete alâmettir; vahdet ise tevhidi gösterir; tevhid ise Kur’an’ın dört esasından en büyük esasıdır.</ref>)''' Ezcümle: Resul-i Ekrem kelimesinde ve aleyhissalâtü vesselâm ibaresinde ve Kur’an lafz-ı mübarekesinde, bir nevi cilve-i i’caz temessül ettiğine bir işaret var.
Unseen (tevâfukat-ı gaybiye).(*<ref>*Coincidences indicate mutual correspondence, and mutual correspondence indicates agreement, and agreement is a sign of unity, and unity shows unification, that is, the affirmation of divine unity (tawhid), which is the greatest of the Qur’an’s four aims.</ref>)In short, it indicates that a sort of manifestation of miraculousness is embodied in the words “God’s Most Noble Messenger,” the phrase, “Upon whom be blessings and peace,” and in the blessed word “Qur’an.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
However hidden and slight  signs from the Unseen are, they indicate the acceptability of our service and rightness of the matters, and so in my opinion hold great importance and power.
İşarat-ı gaybiye ne kadar gizli ve zayıf da olsa hizmetin makbuliyetine ve meselelerin hakkaniyetine delâlet ettiği için bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Furthermore, they break my pride and have demonstrated to me categorically that I am merely an interpreter.
Hem gururumu kırar ve sırf bir tercüman olduğumu kat’iyen bana gösterdi.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
They leave nothing to cause me pride; they only show up things that prompt thanks.
Hem hiç medar-ı iftihar benim için bir şey bırakmıyor, yalnız medar-ı şükran olan şeyleri gösteriyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Since they pertain to the Qur’an and pass to the account of its miraculousness; and since our wills definitely do not  interfere; and since they encourage those who  are lazy in their service,  and afford the  conviction that the treatises are true; and since they are a form of divine bestowal to us, and  to make them known is to make known a divine bounty, and to do so reduces to silence those obdurate people who understand only what they see; it is surely necessary to make them known; God willing, it causes no harm.
Hem madem Kur’an’a aittir ve i’caz-ı Kur’an hesabına geçiyor ve kat’iyen cüz-i ihtiyarîmiz karışmıyor ve hizmette tembellik edenleri teşvik ediyor ve risalenin hak olduğuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi ikram-ı İlahîdir ve izharı tahdis-i nimettir. Ve aklı gözüne inmiş mütemerridleri iskât ediyor; elbette izharı lâzımdır, inşâallah zararsızdır.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
One  of  the  signs  from  the  Unseen  is  this: out  of  His  perfect  mercy  and munificence, in order to encourage us in our service of the Qur’an and faith and put our  hearts  at rest, Almighty God bestowed a subtle dominical favour on us and a divine gift in  all the treatises we have written, and particularly in The Miracles of Muhammad, The Miraculousness of the Qur’an, and Thirty-Three Windows, in the form of a sign from the Unseen indicating the acceptability of our service and that what we have written is the truth. That is, He causes the same words on a page to face one another.
'''İşte şu işarat-ı gaybiyenin birisi de şudur ki:''' Cenab-ı Hak kemal-i rahmet ve kereminden, Kur’an’a ve imana hizmet ile meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbümüzü tatmin için; bir ikram-ı Rabbanî ve bir ihsan-ı İlahî suretinde hizmetimizin makbuliyetine alâmet ve yazdığımız hak olduğuna işaret-i gaybiye nevinden, bütün risalelerimizde ve bilhassa Mu’cizat-ı Ahmediye ve İ’caz-ı Kur’an ve Pencereler Risalelerinde, tevafukat-ı gaybiye nevinden bir letafet ihsan etmiştir. Yani bir sahifede, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktırıyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In this is a sign from the Unseen that they are ordered by an unseen will which says: “Don’t rely on your own wills and comprehension. Without your knowing or being aware of it, wondrous embroideries and arrangements are being made.”
Bunda bir işaret-i gaybiye veriliyor ki: “Bir irade-i gaybî ile tanzim edilir. İhtiyarınıza ve şuurunuza güvenmeyiniz. İhtiyarınızın haberi olmadan ve şuurunuz yetişmeden, hârika nakışlar ve intizamlar yapılıyor.”
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The words “God’s Most Noble Messenger” and “Upon whom be blessings and peace” in The Miracles of Muhammad in particular are like mirrors showing clearly the signs of those coincidences from the Unseen. In a copy written by a new, inexperienced scribe, on all the pages other than five, more than two hundred “Upon whom be blessings and peace”s face one another in lines.
Bâhusus Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’nde lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salavat bir âyine hükmüne geçip o tevafukat-ı gaybiye işaretini sarîh gösteriyor. Yeni, acemi bir müstensihin yazısında, beş sahife müstesna, mütebâki iki yüzden fazla salavat-ı şerife birbirine muvazi olarak bakıyorlar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
These coincidences are not the work of chance, which might unconsciously give rise to one or two out of ten, neither do they spring from the thought of an unfortunate like myself, who is unskilled in art, and, concentrating only on the meaning, dictates thirty to forty pages at great speed in one hour, not writing himself but getting others to write.
Şu tevafukat ise şuursuz, yalnız on adette bir iki tevafuka sebep olabilen tesadüfün işi olmadığı gibi sanatta maharetsiz, yalnız manaya hasr-ı nazar ederek gayet süratle bir iki saatte, otuz kırk sahifeyi telif eden ve kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir bîçarenin düşünüşü dahi elbette değildir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
I became aware of them only after six years through the guidance of the Qur’an and  the  coinciding  of  nine  instances  of  the  pronoun  “inna”  in  the  Qur’anic commentary, Isharat al-I’jaz (Signs of Miraculousness). The copyists were astounded when they heard about  them from me.
İşte altı sene sonra, yine Kur’an’ın irşadıyla ve İşaratü’l-İ’caz olan tefsirin dokuz اِنَّا nın tevafuk suretiyle gelen irşadıyla sonra muttali olmuşum. Müstensihler ise benden işittikleri vakit, hayret içinde hayrette kaldılar.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The words “God’s Noble Messenger” and “Upon whom be blessings and  peace” in the Nineteenth Letter were like a small mirror  reflecting  one  of  Muhammad’s  (UWBP)  miracles.  Similarly,  the  word “Qur’an” in the Twenty-Fifth Word, The Miraculousness of the Qur’an, and in the Eighteenth Sign of the Nineteenth Letter, manifested a sort of miracle: of the forty classes of humanity, a kind of the Qur’an’s miraculousness was manifested before the class of people who rely on what they see with their  eyes, in all the treatises in the form of coincidences from the Unseen, which is only one sort of the forty sorts of that kind of miraculousness. And of its forty types, it was manifested  through the word “Qur’an.” It was as follows:
Nasıl ki lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salavat; On Dokuzuncu Mektup’ta, mu’cizat-ı Ahmediyenin bir nevinin bir nevi küçük âyinesi hükmüne geçti. Öyle de Yirmi Beşinci Söz olan İ’caz-ı Kur’an’da ve On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde lafz-ı Kur’an dahi kırk tabakadan, yalnız gözüne itimat eden tabakasına karşı, bir nevi mu’cizat-ı Kur’aniyenin, o nev’in kırk cüzünden bir cüzü, tevafukat-ı gaybiye suretinde bütün risalelerde tecelli etmekle beraber, o cüzün kırk cüzünden bir cüzü, lafz-ı Kur’an içinde tezahür etmiş. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The word “Qur’an” was repeated a hundred times in the Twenty-Fifth Word and in the Eighteenth Sign of the Nineteenth Letter; it did not conform only rarely, once or twice; all  the rest  look to each other.
Yirmi Beşinci Söz’de ve On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde yüz defa “Kur’an” lafzı tekerrür etmiş; pek nadir olarak bir iki kelime hariç kalmış, mütebâkisi bütün birbirine bakıyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For example, on page forty-three in the Second Ray, the word “Qur’an” appears seven times and they all face each other. On page fifty-six, eight instances of it face each other; only the ninth is an exception.
İşte mesela, İkinci Şuâ’nın kırk üçüncü sahifesinde yedi “Kur’an” lafzı var, birbirine bakıyor. Ve sahife elli altıda sekizi birbirine bakıyor, yalnız dokuzuncu müstesna kalmış.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The five instances of the word on page sixt y-nine, now open before me, face each other. And so on. On all the pages the instances of the word “Qur’an” correspond. Out of five or six only rarely does one remain outside the pattern.
İşte şu –şimdi gözümüzün önünde– altmış dokuzuncu sahifedeki beş lafz-ı Kur’an, birbirine bakıyor ve hâkeza… Bütün sahifelerde gelen mükerrer lafz-ı Kur’an, birbirine bakıyor. Pek nadir olarak beş altı taneden bir tane hariç kalıyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As for other words, on page thirty-three – now open in front of me – the word “am” (or) is repeated fifteen times and fourteen of them face each other. And on this page there are  nine instances of the word “iman” (faith or belief); they face each other. Only, because the scribe left a large space, one of them has deviated a little. On the page now open before me, the word “mahbub” (beloved) is repeated twice; one on the third line and one on the fifteenth; they look to each other in perfectly balanced fashion. Between them, four instances of the word “aşk” (love) have been arranged looking to each other. Other coincidences from the Unseen may be compared to these.
Sair tevafukat ise –işte gözümüzün önünde– sahife otuz üçte, on beş adet اَم۟ lafzı var; on dördü birbirine bakıyor. Hem gözümüzün önünde şu sahifede dokuz iman lafzı var, birbirine bakıyor; yalnız birisi, müstensihin fâsıla vermesiyle az inhiraf etmiş. Hem şu gözümüzün önündeki sahifede iki “mahbub” var –biri üçüncü satırda, biri on beşinci satırdadır– kemal-i mizanla birbirine bakıyor. Onların ortasında dört “aşk” dizilmiş, birbirine bakıyorlar. Daha sair tevafukat-ı gaybiye bunlara kıyas edilsin.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Whoever the scribe, and whatever form their lines and pages take, these coincidences are bound to occur to such an extent that it cannot be doubted that they are neither the work of chance nor the creation of the author and scribes. However, they are more striking when written by some of them. This means there is a handwriting that fits these treatises. Some of the scribes approach it. It is strange, it appears most not with the most skilful of them but with the most inexperienced.
Hangi müstensih olursa olsun; satırları, sahifeleri ne şekilde olursa olsun alâküllihal bu tevafukat-ı gaybiye öyle bir derecede var ki şüphe bırakmıyor ki ne tesadüfün işi ve ne de müellifin ve müstensihlerin düşünüşüdür. Fakat bazı hatta daha ziyade tevafukat göze çarpıyor. Demek, şu risalelere mahsus bir hatt-ı hakiki vardır. Bazıları, o hatta yakınlaşıyor. Garaibdendir ki en mahir müstensihlerin değil belki acemilerin yazılarında daha ziyade görülür.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
It is understood from this that the art, grace, and virtues of the Words, which are a sort of commentary on the Qur’an, are not anybody’s; the garments of the harmonious, well-ordered style, which fit the blessed stature of the orderly, beautiful Qur’anic truths, are not measured and cut out voluntarily and consciousnessly by  anyone. It is that their stature requires them to be thus; it is an unseen hand that measures them and cuts them according to the stature, and clothes it in them. As for myself (lit. us), I am an interpreter among them, a servant.
Bundan anlaşılıyor ki Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslup libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Dördüncü_Nükte"></span>
=== Dördüncü Nükte ===
===FOURTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
In  your  first  question,  you  ask  five  or  six  questions: “What  will  the  Great Gathering and Last Judgement be like? Will everyone be naked? How shall we find our  friends there, and how shall we find God’s Noble Messenger (Upon whom be blessings  and  peace)  in  order  to  avail  ourselves  of  his  intercession? How  will innumerable people meet with a single person? What will the garments of the people of Paradise and those of Hell be like? And who will show us the way?”
'''Beş altı suali tazammun eden birinci sualinizde:''' “Meydan-ı haşre cem’ ve keyfiyet nasıl ve üryan mı olacak? Ve dostlarla görüşmek için ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla bir tek zat nasıl görüşecek? Ehl-i cennet ve cehennemin libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” diyorsunuz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''The answers to these questions are given most clearly and explicitly in the books of Hadith. Here we shall mention only one or two points related to our way and method. As follows:
'''Elcevap:''' Şu sualin cevabı, gayet mükemmel ve vâzıh olarak kütüb-ü ehadîsiyede vardır. Meşrep ve mesleğimize ait yalnız bir iki nükteyi söyleyeceğiz. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Firstly:'''It is explained in a letter(*<ref>*See, The First Letter, page</ref>)that the field of the resurrection is within the earth’s annual orbit. Just as it now sends its immaterial produce to the tablets of that field, so with its annual rotation it defines a circle, and through the  produce of that existent circle is a source for the formation of the field of the resurrection. The Lesser Hell at the centre of this dominical ship known as the earth will be emptied into  the Greater Hell, so too its inhabitants will be emptied into the field of the resurrection.
'''Evvela:''' Bir mektupta; meydan-ı haşir, küre-i arzın medar-ı senevîsinde olduğunu ve küre-i arz şimdiden manevî mahsulatını o meydanın elvahlarına gönderdiği gibi; senevî hareketiyle, bir daire-i vücudun temessül ve o daire-i vücudun mahsulatıyla bir meydan-ı haşrin teşekkülüne bir mebde olduğu ve küre-i arz denilen şu sefine-i Rabbaniyenin merkezindeki cehennem-i suğrayı cehennem-i kübraya boşalttığı gibi sekenesini de meydan-ı haşre boşaltacağı beyan edilmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Secondly:'''The occurrence of the resurrection, as well as the existence of the field where  it  will  take  place,  have  been  proved  decisively  chiefly  in  the  Tenth  and Twenty-Ninth Words, and in others of the Words.
'''Sâniyen:''' Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler başta olarak sair Sözlerde, gayet kat’î bir surette o haşrin meydanı ile beraber vücudu kat’î olarak ispat edilmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Thirdly:'''As for meeting with people, it is proved conclusively in the Sixteenth, Thirty-First,  and  Thirty-Second  Words  that  through  the  mystery  of  luminosity a person may be present in thousands of places at the same instant, and may meet with millions of people.
'''Sâlisen:''' Görüşmek ise On Altıncı Söz’de ve Otuz Bir ve Otuz İki’de kat’iyen ispat edilmiştir ki bir zat nuraniyet sırrıyla, bir dakikada binler yerde bulunup milyonlar adamlarla görüşebilir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Fourthly:'''It is required by the name of All-Wise that at the Great Gathering and resurrection of the dead, having been stripped of artificial clothes, Almighty God will clothe men in natural garments, just as He now clothes beings with spirits, other than man, in  natural  garments. In  this  world,  the  wisdom  in  artificial  clothes  is  not restricted to protection  against heat and cold, adornment, and covering the private parts; another  important  instance  of wisdom  is  their  resembling an  index  or  list indicating  man’s  power  of  disposal  over  the  other  species  of  beings, and  his relationship with them, and commandership over them. He might otherwise have been clothed in cheap and easy natural dress. For if it had not been for this wisdom, man would have draped himself in various rags, becoming the laughing-stock of conscious animals  and  a  buffoon  in their  eyes;  he would  have  make  them  laugh. At the resurrection of the dead this relation will not be present, nor will the instance of wisdom, so neither should the list be present.
'''Râbian:''' Cenab-ı Hak, insandan başka zîruh mahlukatına fıtrî birer libas giydirdiği gibi; meydan-ı haşirde sun’î libaslardan üryan olarak fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır. Dünyada sun’î libasın hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve ziynet ve setr-i avrete münhasır değildir; belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa kolay ve ucuz, fıtrî bir libas giydirebilirdi. Çünkü bu hikmet olmazsa muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvanatın nazarında ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onları güldürür. Meydan-ı haşirde, o hikmet ve münasebet yok. O liste de olmaması lâzım gelir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Fifthly:'''When  it comes to  having someone to  show the way, for  those like yourself who have entered under the light of the Qur’an, it will be the Qur’an. Look at the start of the Suras which begin Alif. Lam. Mim., and Alif. Lam. Ra., and Ha. Mim.: you will see and understand how acceptable an intercessor is the Qur’an, how true a guide, how sacred a light!
'''Hâmisen:''' Rehber ise senin gibi Kur’an’ın nuru altına girenlere, Kur’an’dır. الٓمٓ lerin الٰرٓ ların حٰمٓ lerin başlarına bak, anla ki Kur’an ne kadar makbul bir şefaatçi ne kadar doğru bir rehber ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör!
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''Sixthly:''' As for the garments of the people of Paradise and the people of Hell, the principle in the Twenty-Eighth Word explaining why the houris wear seventy dresses is applicable here too. It is as follows:
'''Sâdisen:''' Ehl-i cennet ve ehl-i cehennemin libasları ise Yirmi Sekizinci Söz’de hurilerin yetmiş hulle giymesine dair beyan edilen düstur burada da caridir. Şöyle ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
A person of Paradise will of course want to benefit continuously from all the varieties of beings there. The good things of Paradise will vary greatly. He will all the time communicate with all the varieties of its beings. In which case, he will clothe himself and  his houris in samples, in small amount, of the good things of Paradise, and they will each become like small Paradises.
Ehl-i cennet olan bir insan, cennetin her nevinden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennetin gayet muhtelif enva-ı mehasini var. Her vakit bütün cennetin envaıyla mübaşeret eder. Öyle ise cennetin mehasininin numunelerini, küçük bir mikyasta kendine ve hurilerine giydirir. Kendisi ve hurileri birer küçük cennet hükmüne geçer.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
For  example, a person collects together  in  his  garden  samples  of the  flower species dispersed throughout the country, making it a miniature specimen of it; and a shopkeeper collects samples of all his wares in a list; and a man makes for himself a garment and  everything necessary for his house from samples of all the species of creatures in the world, which he governs, has disposal over, and with which he is connected.Similarly, a person whose abode is Paradise – especially if he used all his senses and  non-physical  faculties  in  worship  and  has  gained  the right  to  experience  the pleasures of Paradise – will himself and his houris be clothed by divine mercy in a sort  of  garment  that  will  show  every one  of all  the  varieties  of the  wonders  of Paradise, so as to gratify all  his  senses, please all his members, and delight all his subtle faculties.
Nasıl ki bir insan, bir memlekette münteşir bulunan çiçekler envaını, numunegâh küçük bir bahçesinde cem’eder ve bir dükkâncı, bütün mallarındaki numuneleri bir listede cem’eder ve bir insan, tasarruf ettiği ve hükmettiği ve münasebettar olduğu enva-ı mahlukatın numunelerini, kendine bir elbise ve bir levazımat-ı beytiye yapıyor; öyle de ehl-i cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve cihazat-ı maneviyesiyle ubudiyet etmiş ve cennetin lezaizine istihkak kesbetmiş ise her bir duygusunu memnun edecek, her bir cihazatını okşayacak, her bir letaifini zevklendirecek bir tarzda, cennetin her bir nevinden birer mehasini gösterecek bir tarz-ı libası, kendilerine ve hurilerine rahmet-i İlahiye tarafından giydirilecek.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Evidence that those numerous garments will not all be of the same kind or sort is the Hadith: “The houris will be dressed in seventy garments, yet the marrow in their leg bones will still be visible.”(*<ref>*Bukhari, Bad’ al-Khalq, 8; Tirmidhi, Qiyama, 60; Janna, 5; Darimi, Riqaq, 108; Musnad, ii, 345; iii,16.</ref>)That is to say, from the top garment to the innermost one, there will be degrees gratifying and delighting all the senses and members with different subtle wonders in different ways.
Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu mealdeki hadîstir ki: “Huriler yetmiş hulle giydikleri halde, bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor.” Demek, en üstündeki hulleden tâ en alttaki hulleye kadar ayrı ayrı mehasinle, ayrı ayrı tarzda, hissiyatı ve duyguları zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
As for the people of Hell, since they committed sins in this world with their eyes, their  ears, their hearts, their hands, and their minds, and so on, it does not seem contrary to wisdom and justice that in Hell they will be made to wear a garment made up of various pieces that will be a small Hell, and will cause them torment and pain in accordance with their sins.
Ehl-i cehennem ise nasıl ki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hâkeza bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette cehennemde onlara göre elem verecek, azap çektirecek ve küçük bir cehennem hükmüne gelecek muhtelifü’l-cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafî görünmüyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Beşinci_Nükte"></span>
=== Beşinci Nükte ===
===FIFTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
You ask if in that period between prophets the forefathers of the God’s Noble Messenger (Upon whom be blessings and peace) belonged to a religion and were religious.
'''Sual ediyorsunuz ki:''' Zaman-ı fetrette, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''There are narrations stating that they were religious, adhering to the vestiges of the religion of Abraham (Upon whom be peace),(*<ref>*Nabhani, Hujjat Allah ‘ala’l-‘Alamin, 414.</ref>)
'''Elcevap:''' Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın, bilâhare gaflet ve manevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususi bazı insanlarda cereyan eden bakiyye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivayat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim aleyhisselâmdan gelen ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayt kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlup olmamışlar.
which, under the veils  of  heedlessness  and  spiritual  darkness,  persisted  in  certain  special  people. Certainly,  the  persons  who  formed  the  luminous  chain stretching  from  Abraham (Upon whom be peace) and concluding in the Most Noble Messsenger (Upon whom be blessings and peace) were not indifferent towards the light of the true religion and were not defeated by the darkness of unbelief.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
But in accordance with the verse,Nor would We visit with Our wrath until We had sent a prophet [to give warning],(17:15)people  who  live  at  a  time  between  prophets  will  be  saved.  It  has  been  stated unanimously that they will not be punished for their mistakes in secondary matters. According  to Imam Shafi‘i and Imam Ash‘ari, even if they are deniers and do not believe in the fundamentals of belief, they will still be saved. For accountability to God is established  with the sending of prophets, and when prophets are sent people become  accountable by  knowing about their  mission. Since  heedlessness and  the passage of time had obscured the  religions of the former prophets, they could not provide the proof for the people of that time. If the people obeyed the former religion, they will receive reward; if they did not, they will not be punished. For since it was hidden, it could not be a proof.
Fakat zaman-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبٖينَ حَتّٰى نَب۟عَثَ رَسُولًا sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bi’l-ittifak, teferruattaki hatîatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce küfre de girse, usûl-ü imanîde bulunmazsa yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlahî, irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Altıncı_Nükte"></span>
=== Altıncı Nükte ===
===SIXTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''You ask:''' “Were there  any  prophets  among  the  forefathers of God’s Noble Messenger (Upon whom be blessings and peace)?
'''Dersiniz ki:''' Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadlarından nebi gelmiş midir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''There is no certain narration that there were any after Isma‘il (Upon  whom be peace). Only two prophets appeared, called Khalid b. Sinan(*<ref>*Ibn Sa’d, al-Tabaqat al-Kubra, i, 296; Ibn Hajar, al-Isaba, i, 466; Ibn Athir, Asd al-Ghaba, ii, 99.</ref>)and Hanzala,(*<ref>*Ibn Kathir, al-Bidaya, i, 212-3; Zirikli, al-‘Alam, ii, 286.</ref>)who  were not his ancestors. But one of his forefathers, Ka‘b b. Lu’ayy, composed the following famous and explicit poem, as though quoting scripture:
'''Elcevap:''' Hazret-i İsmail aleyhisselâmdan sonra bir nass-ı kat’î yoktur. Ecdadlarından olmayan, yalnız Hâlid İbn-i Sinan ve Hanzele namında iki nebi gelmiştir. Fakat ecdad-ı Nebi’den, Kâ’b İbn-i Lüeyy’in meşhur ve sarîh ve tansis tarzındaki bu şiiri ki:
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
“The Prophet  Muhammad  will  suddenly  appear  *  Giving  tidings  most  true,”(*<ref>*Abu Nu’aym, Dala’il al-Nubuwwa, i, 90; Ibn Kathir, al-Bidaya, ii, 227.</ref>)which resembles  prophetic  and  miraculous  utterance.  Relying  on  both  evidence  and
عَلٰى غَف۟لَةٍ يَا۟تِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ فَيُخ۟بِرُ اَخ۟بَارًا صَدُوقًا خَبٖيرُهَا demesi, mu’cizekârane ve nübüvvettarane bir söze benzer. İmam-ı Rabbanî hem delile hem keşfe istinaden demiş ki: Hindistan’da çok nebiler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veyahut mahdud birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar veyahut nebi ismi verilmemiş.
illumination, Imam-i Rabbani said: “Numerous prophets appeared in India, but some of them had no followers or only a few people, so they did not become well-known or were not called prophets.”(*<ref>*Imam Rabbani, al-Maktubat, i, 239 (No: 259).</ref>)
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
According to this principle of the Imam, it is possible there were prophets of this kind among the Prophet’s (UWBP) forefathers.
İşte İmam’ın bu düsturuna binaen, ecdad-ı Nebi’den bu nevi nebilerin bulunması mümkün.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Yedinci_Nükte"></span>
=== Yedinci Nükte ===
===SEVENTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''You ask:'''“Which of the narrations mentioning the faith of the Messenger’s (Upon whom be blessings and peace) parents, and that of his grandfather ‘Abd al-Muttalib, is the most authentic and sound?
'''Diyorsunuz ki:''' Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında akvâ ve esahh olan haber hangisidir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''For ten years the New Said has had no book with him other than the Qur’an, which he says is sufficient for him. I do not have the time to study all the books of Hadith about secondary matters such as that, and write which is the  soundest  and  most  authentic. I  will  only  say  this  much, that  the  Noble Messenger’s (Upon whom be blessings and peace) parents were believers and will be saved  and  go  to  Paradise.(*<ref>*Nabhani, Hujjat Allah ‘ala’l-‘Alamin, 412-4; Suyuti, al-Rasa’il al-Tis’a (al-Ta’zim wa’l-Minna f’ Anna Abaway Rasul Allah (SAW) fi’l-Janna) ed. ‘Izzuddên al-Sa’idi (Beirut: 1988), 133-89.</ref>)Surely  Almighty  God  would  not  wound  His  Noble Beloved’s blessed heart with its filial tenderness.
'''Elcevap:''' Yeni Said on senedir yanında başka kitapları bulundurmuyor, bana Kur’an yeter diyor. Böyle teferruat mesailinde, bütün kütüb-ü ehadîsi tetkik edip en akvasını yazmaya vaktim müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i cennettir ve ehl-i imandır. Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem’inin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini, elbette rencide etmez.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''If it is asked:'''“Seeing that it is thus, why weren’t they able to believe in God’s Messenger (Upon whom be blessings and peace)? Why didn’t they live to see his mission?
'''Eğer denilse:''' Madem öyledir, neden onlar Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma imana muvaffak olamadılar? Neden bi’setine yetişemediler?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''Out of His munificence, in order to gratify the Messenger’s (Upon whom be blessings and peace) filial sentiments, Almighty God did not put his parents under any obligation to him. His mercy required that to make them happy and to please His Noble Beloved, He did not take them from the rank of parenthood and put them in that of spiritual offspring; He did not place his parents and grandfather among his outward  community. However, He bestowed on them the merit, virtues, and happiness of his community.
'''Elcevap:''' Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem’inin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ferzendane hissini memnun etmek için valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden, manevî evlat mertebesine getirmemek için hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp onları mesud etmek ve Ha­bib-i Ekrem’ini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
If an exalted field marshal’s father, who has the rank of captain, entered his son’s presence, he would be overwhelmed by two opposing emotions. So, compassionately, the king does not post the father to the retinue of his elevated lieutenant, the field marshal.
Evet, âlî bir müşirin yüzbaşı rütbesinde olan pederi huzuruna girmesi, birbirine zıt iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah o müşir olan Yaver-i Ekrem’ine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
<span id="Sekizinci_Nükte"></span>
=== Sekizinci Nükte ===
===EIGHTH POINT===
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''You ask:'''“What is the most authentic narration concerning the faith of his uncle, Abu Talib?
'''Diyorsunuz ki:''' Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esahh nedir?
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
'''The Answer:'''The Shi‘a agree that he believed, while most of the Sunnis do not agree. But what occurs to my heart is this: Abu Talib loved most earnestly, not the Most Noble  Messenger’s (Upon whom be blessings and peace) messengership, but his person and his self. That most earnest personal love and tenderness surely will not go for nothing.
'''Elcevap:''' Ehl-i Teşeyyu’, imanına kail; Ehl-i Sünnet’in ekserisi, imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Talib, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini değil; şahsını, zatını gayet ciddi severdi. Onun o gayet ciddi, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir.
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Yes, Abu Talib loved Almighty God’s Noble Beloved sincerely and protected  and  supported  him; it  was  because  of  feelings  like  shame  and  tribal solidarity that he did not believe in him in acceptable fashion, not out of denial and obduracy. If due to this he goes to Hell, God Almighty may create a sort of particular Paradise for him, in reward for his good actions. As He sometimes creates the spring during winter, and for people in prison by means of sleep transforms the prison into a palace, so too He may turn a particular Hell into a sort of particular Paradise...
Evet, ciddi bir surette Cenab-ı Hakk’ın Habib-i Ekrem’ini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in; inkâra ve inada değil belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir iman getirmemesi üzerine cehenneme gitse de yine cehennem içinde bir nevi hususi cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda –uyku vasıtasıyla– bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi hususi cehennemi, hususi bir nevi cennete çevirebilir…
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
The knowledge of it is with God alone. * None knows the Unseen save God.
وَال۟عِل۟مُ عِن۟دَ اللّٰهِ ۝ لَا يَع۟لَمُ ال۟غَي۟بَ اِلَّا اللّٰهُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
Glory be unto You! We have no knowledge save that which You have taught us; indeed, You are All-Knowing, All-Wise.(2:32)
سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ
</div>


<div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
------
------
<center> [[Yirmi Yedinci Mektup]] ⇐ | [[Mektubat]] | ⇒ [[Yirmi Dokuzuncu Mektup]] </center>
<center> [[Yirmi Yedinci Mektup/en|The Twenty-Seventh Letter]] ⇐ | [[Mektubat/en|The Letters]] | ⇒ [[Yirmi Dokuzuncu Mektup/en|The Twenty-Ninth Letter]] </center>
------
------
</div>