Şule/de: Revizyonlar arasındaki fark

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    ("Wisse, mein lieber Bruder! '''Da du nun einmal weißt, dass alles von Allah kommt und davon fest überzeugt bist, so ist es auch notwendig, alles, sei es zum Nachteil (zararli) oder zum Vorteil (menfaatli), in schönster Liebe und bestem Einverständnis (tahsin ve hüsn-ü riza) anzunehmen. Andernfalls müsstest du der Gottvergessenheit (ghaflet) verfallen.''' Darum gibt es diese äußeren Ursachen und deshalb verhüllen sie unsere Augen wie ein Schleier..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    ("Wisse, mein lieber Bruder! Es gibt drei Arten von Gebeten (dua)." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    18. satır: 18. satır:
    '''Da du nun einmal weißt, dass alles von Allah kommt und davon fest überzeugt bist, so ist es auch notwendig, alles, sei es zum Nachteil (zararli) oder zum Vorteil (menfaatli), in schönster Liebe und bestem Einverständnis (tahsin ve hüsn-ü riza) anzunehmen. Andernfalls müsstest du der Gottvergessenheit (ghaflet) verfallen.''' Darum gibt es diese äußeren Ursachen und deshalb verhüllen sie unsere Augen wie ein Schleier der Gottvergessenheit (ghaflet). Der Anteil der Ereignisse in der Welt (kainat hadithe), welche der Lust und Laune des Menschen zuwider sind, ist noch größer als der Teil, der ihr entgegen kommt.'''Würde jedoch der, welcher nur seinen Launen folgt, dabei die äußeren Ursachen erkennen, ohne den außer Acht zu lassen (ghaflet), der hinter allen Ursachen (Musebbib-ul Esbab) steht, so würde er seine Einwände direkt an Allah richten.'''
    '''Da du nun einmal weißt, dass alles von Allah kommt und davon fest überzeugt bist, so ist es auch notwendig, alles, sei es zum Nachteil (zararli) oder zum Vorteil (menfaatli), in schönster Liebe und bestem Einverständnis (tahsin ve hüsn-ü riza) anzunehmen. Andernfalls müsstest du der Gottvergessenheit (ghaflet) verfallen.''' Darum gibt es diese äußeren Ursachen und deshalb verhüllen sie unsere Augen wie ein Schleier der Gottvergessenheit (ghaflet). Der Anteil der Ereignisse in der Welt (kainat hadithe), welche der Lust und Laune des Menschen zuwider sind, ist noch größer als der Teil, der ihr entgegen kommt.'''Würde jedoch der, welcher nur seinen Launen folgt, dabei die äußeren Ursachen erkennen, ohne den außer Acht zu lassen (ghaflet), der hinter allen Ursachen (Musebbib-ul Esbab) steht, so würde er seine Einwände direkt an Allah richten.'''


    <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
    Wisse, mein lieber Bruder! Es gibt drei Arten von Gebeten (dua).
    '''İ’lem eyyühe’l-aziz!''' Dualar üç kısımdır.
    </div>


    <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">
    <div lang="tr" dir="ltr" class="mw-content-ltr">

    21.38, 24 Temmuz 2024 tarihindeki hâli

    Diğer diller:

    Die Flamme

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ {"Im Namen Gottes des Erbarmers des Allbarmherzigen."}

    Wisse, mein lieber Bruder! Auf alle Bedeutungen (mana), welche die schönen Namen Gottes (esma-i husna) zum Ausdruck bringen, und auf alle vollkommenen Eigenschaften (sifat-i kemaliye) weist (die Bezeichnung) "Allah" als Titel Seiner Göttlichen Majestät (Lafza-i Djelal) ausdrücklich hin. Die übrigen Eigennamen (ism-i haslar) weisen nur auf ihren Träger hin. Sie enthalten keinen direkten Hinweis (lüzum-u beyyin) auf (Seine übrigen) Eigenschaften (sifatlar). Denn sowie die Eigenschaften kein Bestandteil ihres Trägers sind, so bilden sie auch gegenseitig keinen Beweis füreinander. Aus diesem Grund enthalten sie auch weder ihrem Inhalt nach, noch entsprechend ihrer Bedeutung einen Hinweis auf (irgendwelche anderen) Eigenschaften.

    Der Titel Seiner Göttlichen Majestät (Lafza-i Djelal) weist jedoch in der Übereinstimmung (mit Seinem Träger) auf den Allheiligen Herrn (Dhat-i Aqdes) hin. Da zwischen dem Allheiligen Herrn (Dhat-i Aqdes) und den vollkommenen Eigenschaften (sifat-i kemaliye) ein direkter Beweis (lüzum-u beyyin) besteht, so weist Er notwendigerweise auch auf Seine Eigenschaften hin.

    Da nun des Weiteren Seine Bezeichnung als Gottheit (uluhiyet) diese vollkommenen Eigenschaften (sifat-i kemaliye) voraussetzt, setzt dies auch voraus, dass auch der Eigenname (ism-i has) اللّٰهُ jene Eigenschaft voraussetzt.

    Des Weiteren wird auch an das Wort Allah nach der Verneinung اِلَّا zugleich auch der anderen Eigenschaften gedacht. Und daher beinhaltet die Formel (kelam) لاٰۤ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ (Es gibt keine Gottheit außer Allah) ebenso viele Worte (kelam), wie dies der Anzahl der schönen Namen Gottes (esma-i husna) entspricht. Demzufolge wird diese Formel der Einheit (kelime-i Tauhid kelami) angesichts der Eigenschaften, auf die sie verweist, zu Tausend Worten, obwohl sie doch nur ein einziger Begriff (kelam) ist, wie z.B. لاٰۤ خَالِقَ اِلَّا اللّٰهُ (= Es gibt keinen Schöpfer außer Allah),= Es gibt keinen, der allen Dingen ihre Beschaffenheit gibt, der sie versorgt und in ewiger Unwandelbarkeit besteht, außer Gott (= لاٰۤ فَاطِرَ، لاٰۤ رَازِقَ، لاٰۤ قَيُّومَ اِلَّا اللّٰهُ). Wenn daher ein Rezitator, der bereits fortgeschritten ist (dhakir bir dhat), dieses Wort (kelam) ausspricht, so heißt dies, dass er zugleich Tausend Worte (kelam) in diesem (einen Begriff) zusammen fasst.

    Wisse, mein lieber Bruder! Da du nun einmal weißt, dass alles von Allah kommt und davon fest überzeugt bist, so ist es auch notwendig, alles, sei es zum Nachteil (zararli) oder zum Vorteil (menfaatli), in schönster Liebe und bestem Einverständnis (tahsin ve hüsn-ü riza) anzunehmen. Andernfalls müsstest du der Gottvergessenheit (ghaflet) verfallen. Darum gibt es diese äußeren Ursachen und deshalb verhüllen sie unsere Augen wie ein Schleier der Gottvergessenheit (ghaflet). Der Anteil der Ereignisse in der Welt (kainat hadithe), welche der Lust und Laune des Menschen zuwider sind, ist noch größer als der Teil, der ihr entgegen kommt.Würde jedoch der, welcher nur seinen Launen folgt, dabei die äußeren Ursachen erkennen, ohne den außer Acht zu lassen (ghaflet), der hinter allen Ursachen (Musebbib-ul Esbab) steht, so würde er seine Einwände direkt an Allah richten.

    Wisse, mein lieber Bruder! Es gibt drei Arten von Gebeten (dua).

    Birisi: İnsanın lisanıyla yaptığı kavlî dualardır. Savt ve sadâlı hayvanatın, mesela acıktıkları zaman kendi hususi lisanlarıyla çıkardıkları sadâlar dahi kavlî dualardandır.

    İkinci Kısım: Nebatat, eşcarın bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları ihtiyacî dualardır.

    Üçüncüsü: Tahavvül, tekemmül şe’ninde olan şeylerin lisan-ı istidat ile hissedilen istidadî dualarıdır.

    Evet, her şey Cenab-ı Hakk’ı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe başak vermezden evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde ve binlerce suret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken o eğri büğrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim, müntec bir şekle, bir vaziyete sevk edilmelerinden anlaşılır ki o tohumlar, evvelce de Allâmü’l-guyub’un terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler. Sanki o tohumların her birisi, kudret kitaplarından istinsah edilmiş küçük bir tezkeredir. Yahut bir fihristedir, ilm-i ezelîden alınmıştır. Yahut kader kitaplarından yazılmış bazı düsturlardır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Mü’min olan zat, mana-yı harfiyle, yani gayra bir hâdim ve bir âlet sıfatıyla kâinata bakıyor. Kâfir ise mana-yı ismiyle, yani müstakil bir “ağa” nazarıyla âleme bakıyor.

    Bu itibarla her bir masnuda, iki cihet vardır. Bir ciheti, kendi zat ve sıfâtından ibarettir. Diğer ciheti, Sâni’e ve esma-i hüsnadan kendisine olan tecelliyata bakar.

    İkinci cihetin dairesi daha geniş ve mealce daha kâmildir. Zira bir harf, kendi zatına bir harf miktarı –o da bir vecihle– delâlet eder, kâtibine çok vecihler ile delâlet eder. Ve kâtibini, bakanlara tarif ve tavsif eder.

    Kezalik kudret-i ezelî kitabından olan bir masnû, kendi nefsine kendi cirmi kadar ve bir vecihle delâlet eder. Amma Nakkaş-ı Ezelî’ye pek çok vücuhla delâlet eder. Ve kendisine tecelli eden esmadan uzun bir kasideyi inşad eder.

    Kavaid-i mukarreredendir ki: “Mana-yı harfî, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mana-yı harfînin inceliklerine tetkikat yapılamaz. Fakat mana-yı ismî; sadık, kâzib her hükme mahal olur.” Bu sırra binaendir ki mana-yı ismî ile kâinata bakan felasifenin kitaplarında kâinata ait hükümler, nefsü’l-emirde örümceğin nescinden zayıf ise de zâhire göre daha muhkem görünüyor.

    Ehl-i kelâm, felsefî meselelerde ve ulûm-u kevniyeye mana-yı harfiyle, istidlal için tebeî bir nazar ile bakıyor. Hattâ şemsin sirac olması, arzın beşik, cibalin evtad olması, ehl-i kelâmın müddealarını ispata kâfidir. Hattâ ehl-i kelâmın reyleri, hiss-i umumîye ve tearüf-ü âmme mutabık olduktan sonra, vakıa mutabık olmasa bile onların müddeasına zarar vermez ve tekzibe de müstahak olmazlar. Bunun içindir ki ehl-i kelâmın reyleri mesail-i felsefiyede edna ve zayıf görünür. Amma mesail-i İlahiyede demirden daha metindir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’ın günahkârları affetmesi fazıldır, tazip etmesi adildir. Evet zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa adildir. Çünkü cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde, Allah’ın fazlına mazhar olur.

    Masiyet ile azap arasında kavî bir münasebet vardır. Hattâ Ehl-i İtizal, masiyet hakkında, doğru yoldan udûl ile masiyeti, şerri Allah’a isnad etmedikleri gibi masiyet üzerine tazibin de vâcib olduğuna zehab etmişlerdir. Şerrin azabı istilzam ettiği, rahmet-i İlahiyeye münafî değildir. Çünkü şer, nizam-ı âlemin kanununa muhaliftir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan nisyandan alındığı için nisyana müpteladır. Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır. Fakat hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalalettir. Hizmetler görüldükten sonra neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemaldir. Bu itibarla ehl-i dalal ile ehl-i kemal, nisyan ve tezekkürde müteakistirler.

    Evet dâll olan kimse, bir iş ve bir ibadet teklifinde başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Lâkin mükâfatın, menfaatin tevziinde bir zerreyi bile terk etmez. Amma nefsini unutan ehl-i kemal; sa’y, tefekkür, sülûk zamanlarında her şeyden evvel nefsini ileri sürüyor fakat neticelerde, faydalarda, menfaatlerde nefsini unutmakla en geriye bırakıyor.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Mü’minler ibadetlerinde, dualarında birbirine dayanarak cemaatle kıldıkları namaz ve sair ibadetlerinde büyük bir sır vardır ki her bir fert, kendi ibadetinden kazandığı miktardan pek fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Ve her bir fert ötekilere duacı olur, şefaatçi olur, tezkiyeci olur, bilhassa Peygamber aleyhissalâtü vesselâma… Ve keza her bir fert arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve Hallak-ı kâinat’a ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye namzet olur.

    İşte mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvi, manevî teavün ve birbirine yardımlaşmak ile hilafete haml, emanete mazhar olmakla beraber mahlukat içerisinde mükerrem unvanını almıştır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir şeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvali hakkında ihtilafları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh Avrupa feylesofları maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı iman, İslâm ve Kur’an’ın hakaikinden pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü, yakından hakaik-i İslâmiyeye vukufu olan âmî bir adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm, nefsü’l-emir de benim gördüğümü tasdik eder.

    Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fennî meseleleri keşfeden feylesoflar, Hakk’ın esrarını, Kur’an nurlarını da keşfedebilirler diyemezsin. Zira onun aklı gözündedir. Göz ise kalp ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalplerinde can kalmamıştır. Gaflet o kalpleri tabiat bataklığında çürütmüştür.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Sem’, basar, hava, su gibi umumî nimetler daha ehemmiyetli, daha kıymetli olduklarına nazaran hususi, şahsî nimetlerden kat kat fazla şükre istihkak ve liyakatleri vardır.

    Binaenaleyh o gibi umumî nimetlere karşı nankörlük edip şükran etmemek, en büyük küfran-ı nimet sayılır. Hal bu merkezde iken bazı insanlar, şahıslarına ait hususi nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de şu umumî nimetler onlara şümulü yokmuş gibi fikirlerine bile gelmiyor. Halbuki en büyük nimet, âmm ve daimî olan nimetlerdir. Umumiyet kemal ve ehemmiyete delil olduğu gibi devam da ulviyet ve kıymete delâlet eder.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bazı âyetlerinin tekrarını iktiza eden hikmetler, bazı ezkâr ve duaların da tekrarını iktiza eder. Zira Kur’an hakikat ve şeriat, hikmet ve marifet kitabı olduğu gibi; zikir, dua ve davetin de kitabıdır. Duada tekrar, zikirde tezkâr, davette tekid lâzımdır.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an’ın yüksek meziyetlerinden biri de şudur ki: Kesrete ait bahislerden sonra vahdet tezkirelerini yazıyor. Tafsilden sonra icmal yapıyor. Cüz’iyatın bahislerinden sonra rububiyet-i mutlakanın düsturlarını, sıfât-ı kemaliyenin namuslarını fezlekeler ile zikrediyor. Bu gibi fezlekelerin, âyetlerin sonundaki faydaları, âyetlerin ortalarında zikredilen mukaddimelere neticeler hükmündedirler. Veya illet olurlar tâ ki sâmi’in zihni, âyetlerde zikredilen cüz’iyat ile meşgul olup uluhiyet-i mutlaka mertebesinin azametini unutmasın ki ubudiyet-i fikriyesine halel gelmesin.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Velilerin himmetleri, imdatları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri halî veya fiilî bir duadır. Hâdî, Mugîs, Muîn ancak Allah’tır. Fakat insanda öyle bir latîfe, öyle bir halet vardır ki o latîfe lisanıyla her ne sual edilirse –velev ki fâsık da olsun– Cenab-ı Hak o latîfeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latîfe pek uzaktan bana göründü ise de teşhis edemedim.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! İlim ve yakîn şümulüne dâhil olan ahval-i maziye ile şek perdesi altında kalan ahval-i istikbaliye arasında şöyle bir mukayese yap:

    Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendini farz et, otur. Sonra mevcudat-ı maziye kafilesine dâhil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp da peyderpey vücuda çıkan evlat ve ahfadın arasında bir tefavüt var mıdır? İyice bak! Evvelki kısım ilim ve itkan ile Sâni’in masnuu olduğu gibi ikinci kısım da aynen o Sâni’in masnuu olacaktır. Her iki kısım da Sâni’in ilmi ve müşahedesi altındadır. Bu itibarla, ecdadın iadeten ihyası, evladının icadından daha garib değildir. Belki daha ehvendir.

    İşte bu mukayeseden anlaşıldı ki: Vukuat-ı maziye, Sâni’in bütün imkânat-ı istikbaliyeye kādir olduğuna şehadet eden birtakım mu’cizelerdir.

    Evet, kâinat bostanında görünen şu mevcudat ve ecram, Hâlıklarının her şeye kadîr ve her şeye alîm olduğuna delâlet eden hârikalardır.

    Kezalik nebatat ve hayvanat; envaıyla, efradıyla, Sâni’lerinin her şeye kādir olduğuna şehadet eden sanat hârikalarıdır. Evet, kudretine nisbeten zerrat ile şümus mütesavi olduğu gibi yaprakların neşriyle beşerin haşri de birdir. Ve keza ağaçların çürümüş dağılmış yapraklarının iadeten ihyası arasında fark yoktur.

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihya-yı arz ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celbettiğinden kalbime şöyle bir feyiz damlamıştır ki:

    Arz, âlemin kalbi olduğu gibi toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda îsal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlık-ı semavata daha yakın bir yoldur. Zira kâinatta tecelli-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilafete ve Hay, Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır. Nasıl ki arş-ı rahmet su üzerindedir. Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir.

    Evet, kesif bir şeyin âyinesi ne kadar latîf olursa o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nurani ve latîf bir şeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa o nisbette esmanın cilvelerini cilâlı gösterir. Mesela, hava âyinesinde yalnız şemsin zayıf bir ziyası görünür. Su âyinesinde şems, ziyasıyla görünürse de elvan-ı seb’ası görünmüyor. Fakat toprak âyinesi, çiçeklerinin renkleriyle şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.

    اَق۟رَبُ مَا يَكُونُ ال۟عَب۟دُ مِن۟ رَبِّهٖ وَ هُوَ سَاجِدٌ olan hadîs-i şerif, bu sırra işareten şehadet eder. Öyle ise arkadaş, topraktan ve toprağa inkılab etmekten, kabirden ve kabre girip yatmaktan tevahhuş etme!

    İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklım yürüyüş yaparken bazen kalbimle arkadaş olur. Kalp zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl bervech-i mutad bürhan şeklinde bir temsil ile ibraz ediyor. Mesela, Fâtır-ı Hakîm’in kâinattan sonsuz bir uzaklığı olduğu gibi sonsuz bir kurbiyeti de vardır.

    Evet, ilim ve kudretiyle bâtınların en bâtınında bulunduğu gibi fevklerin de en fevkinde bulunuyor. Hiçbir şeyde dâhil olmadığı gibi hiçbir şeyden de hariç değildir.

    Evet, âsâr-ı rahmetine mazhar olan sath-ı arzda mamulat-ı kudrete bak ki bir parça bu sırra vâkıf olasın. Mesela, biri arzda diğeri semada veya biri şarkta diğeri garpta iki şeyi bir anda yaratan Sâni’in, o yaratılan şeylerin arasındaki uzaklık kadar uzaklığı lâzımdır.

    Ve keza her şeyin kayyumu olduğu cihetle de her şeyin nefsinden daha ziyade bir kurbiyeti de vardır. Bu sır, daire-i vücub, tecerrüd ve ıtlak hasaisindendir. Ve fâil-i aslînin mahiyetiyle, zıllî olan münfail arasındaki mübayenet-i lâzımesidir. Mesela şems, timsallerine kayyum olduğu için fevka’l-had onlara bir kurbiyeti vardır. Âyinedeki zıll ve gölge ile semada bulunan asıl arasındaki mesafe kadar da bu’diyeti vardır.