İşarat-ı Gaybiyye Hakkında Bir Takriz: Revizyonlar arasındaki fark

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    Değişiklik özeti yok
    Değişiklik özeti yok
    98. satır: 98. satır:
    '''Said Nursî'''
    '''Said Nursî'''


    <nowiki>*</nowiki> * *
     
    ------
    <center> [[Otuz Üçüncü Mektup]] ⇐ | [[Mektubat]] | ⇒ [[Hakikat Çekirdekleri]] </center>
    ------

    09.10, 14 Ekim 2023 tarihindeki hâli

    İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz

    İmam-ı Ali radıyallahu anhın, Risale-i Nur hakkında ihbar-ı gaybîsinden bir parça olan bu kısım; Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında dercedilen İşarat-ı Kur’aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye risaleleriyle birlikte, ehl-i vukufların takdirkâr raporlarına müsteniden, mahkemelerce sahiplerine geri iade edilmiştir.

    İmam-ı Ali’nin (ra) Celcelutiye’de, Risale-i Nur hakkındaki üç kerametinden bir kerametinin sekiz remzinden Yedinci ve Sekizinci Remz’in bir parçasıdır. Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasının yüz yirmi beşinci sahifesinden, yüz otuzuncu sahifesine kadar olan kısımda mündericdir.

    Yedinci Remiz

    Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh nasıl ki

    وَ بِال۟اٰيَةِ ال۟كُب۟رٰى اَمِنّٖى مِنَ ال۟فَجَت۟

    وَ بِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخ۟مَةٍ يَا اِلٰهَنَا

    وَ بِاَس۟مَائِكَ ال۟حُس۟نٰى اَجِر۟نٖى مِنَ الشَّتَت۟

    حُرُوفٌ لِبَه۟رَامٍ عَلَت۟ وَ تَشَامَخَت۟

    وَ اس۟مُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّل۟مَةُ ان۟جَلَت۟

    diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuâ’ya işaret etmiş, öyle de aynı fıkra ile âlî bir tefekkürname ve tevhide dair yüksek bir marifetname namında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’a’ya dahi işaret eder.

    İkinci fıkrasıyla ism-i a’zam ve Sekine denilen esma-i sitte-i meşhurenin hakikatlerini gayet âlî bir tarzda beyan ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lem’a’yı takip eyleyen Otuzuncu Lem’a namında Altı Nükte-i Esma Risalesi’ne بِاَس۟مَائِكَ ال۟حُس۟نٰى اَجِر۟نٖى مِنَ الشَّتَت۟ cümlesiyle işaret ettiğinden sonra akabinde, Risale-i Esma’yı takip eden Otuz Birinci Lem’a’nın Birinci Şuâ’ı olarak, otuz üç âyet-i Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaratını kaydedip hesab-ı cifrî münasebetiyle, baştan başa ilm-i huruf risalesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’aniye hükmünde bulunan risaleye حُرُوفٌ لِبَه۟رَامٍ عَلَت۟ وَ تَشَامَخَت۟ kelimesiyle işaret edip der-akab وَ اس۟مُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّل۟مَةُ ان۟جَلَت۟ kelâmıyla dahi Risale-i Hurufiye’yi takip eden ve El-Âyetü’l-Kübra’dan ve başka Resail-i Nuriyeden terekküp eden ve Asâ-yı Musa namını alan ve Asâ-yı Musa gibi dalaletin ve şirkin sihirlerini iptal eden Risale-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Musa namını vererek işaretle beraber, manevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.

    Evet وَ بِال۟اٰيَةِ ال۟كُب۟رٰى kelimesiyle Yedinci Şuâ’ya işareti, kuvvetli karineler ile ispat edildiği gibi aynı kelime, diğer bir mana ile elhak Risale-i Nur’un âyet-i kübrası hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem’eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’a’ya bu kelâm “müstetbeatü’t-terakib” kaidesiyle ona bakıyor, efradına dâhil ediyor. Öyle ise Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder, diyebiliriz.

    Hem sair işaratın karinesiyle hem Mektubattan sonra Lem’alara başka bir tarz-ı ibare ile îma ederek Lem’aların en parlağının telifi, dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için mana-yı mecazî ve mefhum-u işarî ile Hazret-i Ali radıyallahu anh kendi lisanını, büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesabına istimal ederek وَ بِال۟اٰيَةِ ال۟كُب۟رٰى اَمِنّٖى مِنَ ال۟فَجَت۟ yani “Yâ Rab! Beni kurtar. Eman ve emniyet ver.” diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’a’nın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm, zımnî ve işarî delâlet ettiğinden diyebiliriz ki Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh dahi bundan ona işaret eder.

    Hem Otuzuncu Lem’a namında ve altı nükte olan Risale-i Esma’ya bakarak بِاَس۟مَائِكَ ال۟حُس۟نٰى deyip sair işaratın karinesiyle hem Yirmi Dokuzuncu Lem’a’ ya takip karinesiyle hem ikisinin isimde ve esma lafzına tevafuk karinesiyle hem teşettüt-ü hale ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi, onun telifi bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına ve mana-yı mecazî cihetinde, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh lisanıyla kendine dua olan

    وَبِاَس۟مَائِكَ ال۟حُس۟نٰى اَجِر۟نٖى مِنَ الشَّتَت۟

    yani “İsm-i a’zam olan o Esma Risalesi’nin bereketiyle, beni teşettütten, perişaniyetten hıfzeyle yâ Rabbî!” meali; tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm mecazî delâlet ve İmam-ı Ali radıyallahu anh ise gaybî işaret eder, diyebiliriz.

    Hem madem Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor.

    Ve madem Kur’an itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur’an hesabıyla, Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir.

    Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle Risale-i Nur; Celcelutiye’nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.

    Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkiye lâyıktır ve Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.

    Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, Siracünnur’dan zâhir bir surette haber verdiğinden sonra ikinci derecede, perdeli bir tarzda Sözlerden, sonra Mektuplardan, sonra Lem’alardan, risalelerdeki aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın işaret ettiğini ispat eylemiş.

    Ve madem başta

    بَدَئ۟تُ بِبِس۟مِ اللّٰهِ رُوحٖى بِهِ اه۟تَدَت۟ اِلٰى كَش۟فِ اَس۟رَارٍ بِبَاطِنِهِ ان۟طَوَت۟

    risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillah Risalesi’ne baktığı gibi; Kasem-i Câmi-i Muazzama’nın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem’alara ve Şuâlara; hususan bir âyet-i kübra-yı tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Hârika-i Arabiye ve Risale-i Esma-i Sitte ve Risale-i İşarat-ı Huruf-u Kur’aniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve asâ-yı Musa gibi dalaletlerin bütün manevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir manada Âyetü’l-Kübra namını alan risale-i hârikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor.

    Ve madem bir tek meselede bulunan emareler ve karineler, meselenin vahdeti haysiyetiyle birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir.

    Elbette bu yedi adet esaslara istinaden deriz:

    Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubattan bir kısmına ve Lem’alardan en mühimlerine tertiple bakmış; öyle de

    بِاَس۟مَائِكَ ال۟حُس۟نٰى اَجِر۟نٖى مِنَ الشَّتَت۟

    cümlesiyle, Otuzuncu Lem’a’ya, yani müstakil Lem’aların en son olan Esma-i Sitte Risalesi’ne, tahsin ederek bakıyor.

    Ve حُرُوفٌ لِبَه۟رَامٍ عَلَت۟ وَ تَشَامَخَت۟ kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem’a’yı takip eden İşarat-ı Huruf-u Kur’aniye Risalesi’ni takdir edip işaretle tasdik ediyor.

    وَ اس۟مُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّل۟مَةُ ان۟جَلَت۟ kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde asâ-yı Musa gibi hârikalı, en kuvvetli bürhan olan mecmua risalesini senakârane remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilâ-perva hükmediyoruz ki:

    Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh hem Risale-i Nur’dan hem çok ehemmiyetli risalelerinden mana-yı hakiki ve mecazî ile işarî ve remzî ve îmaî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum.

    Buradaki mana-yı işarî ve medlûl-ü mecazîlere, karinelerin en güzeli ve latîfi; aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Mesela, yirmi dokuz ve otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i ta’dadda, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimler ile; başta Sözlerin başı olan Birinci Söz’e, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risalelerin âhirine, mahiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de fakat çok güzeldir ve letafetlidir.

    Ben itiraf ediyorum ki: Böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük, ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlahiyenin şe’nindendir ve âdetidir ve azametine delildir.

    Ben kasemle temin ederim ki Risale-i Nur’u senadan maksadım, Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîm’ime yüz binler şükrolsun ki kendimi, kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattir ve dehşetli bir hasarettir.

    İşte bu halet-i ruhiye ile yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur’un doğru ve hak olduğuna latîf bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:

    Celcelutiye, Süryanîce bedî’ demektir ve bedî’ manasındadır. İbareleri bedî’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lakabı, benim değildi; belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş.

    Demek, Süryanîce bedî’ manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid’at zamanında çıkan, bedîü’l-beyan ve bedîü’z-zaman olan Risale-i Nur’un hem ibare hem mana hem isim noktalarıyla bedî’liğine münasebettarlığı ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında, Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.

    رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذ۟نَٓا اِن۟ نَسٖينَٓا اَو۟ اَخ۟طَا۟نَا

    Sekizinci Remiz

    Sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’an’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A’zam’ın (ks) teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zatın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?

    Elcevap: Malûmdur ki bazı vakit olur, bir dakika; bir saat ve belki bir gün, belki seneler kadar ve bir saat; bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Mesela, bir dakikada şehit olan bir adam, bir velayet kazanır. Ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.

    İşte aynen öyle de Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi zamanın ehemmiyetinden hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (asm) ve şeair-i Ahmediyeye (asm) ettiği tahribatın dehşetinden hem bu âhir zamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki: Kur’an ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A’zam (ks) kerametkârane ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.

    Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.

    Risale-i Nur bu vazifeyi, en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu, nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile ispat ederek o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde –hizmet-i imaniye itibarıyla– âdeta birer gizli kutub gibi mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi kuvve-i maneviyeyi, ehl-i imanın kalplerine verip mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.

    Eğer bir muannid tarafından denilse: “Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, bu umum mecazî manaları irade etmemiş.”

    Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh irade etmezse fakat kelâmı delâlet eder ve karinelerin kuvvetiyle, işarî ve zımnî delâletle manaları içine dâhil eder.

    Hem madem o mecazî mana ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktır ve karineleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın, böyle bütün işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa; Celcelutiye vahiy olmak cihetiyle hakiki sahibi, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın üstadı olan Peygamber-i Zîşan aleyhissalâtü vesselâmın küllî teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelal’inin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.

    Bu hususta kat’î ve yakîn derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur ki: Müşkülat-ı azîme içinde, El-Âyetü’l-Kübra’nın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şuâ’yı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî teselli ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi haletlerimde, inayet-i İlahiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitte –hiç hatırıma gelmediği halde– birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru, bende hiçbir şüphe bırakmadı ki bu dahi benim imdadıma gelen sair inayet-i İlahiye gibi Rabb-i Rahîm’in bir inayetidir. İnayet ise aldatmaz, hakikatsiz olmaz.

    Said Nursî



    Otuz Üçüncü Mektup ⇐ | Mektubat | ⇒ Hakikat Çekirdekleri