The Fifteenth Word

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    16.47, 1 Ağustos 2024 tarihinde Ferhat (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 142021 numaralı sürüm ("The silence and tranquillity of the heavens, and their order and regularity, and vastness and luminosity, show that their inhabitants are not like those of the earth; they are obedient, they do whatever they are commanded. Because the country is vast there is nothing to cause overcrowding and disputes. Their natures are pure, they are innocent, their stations are fixed." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    Diğer diller:


    In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.

    And We have adorned the lowest heaven with lamps, and We have made them missiles to drive away the evil ones.(*[1])

    Oh, modern-educated Sir whose brain has shrunk through studying the soulless matters of astronomy, whose mind can see no further than the tip of his nose, and who cannot squeeze the mighty mystery of the above verse into his constricted brain! The heaven of the verse may be reached by a stairway of Seven Steps. Come, let us climb them together!

    FIRST STEP:

    Truth and wisdom require that the heavens have inhabitants appropriate to them as the earth has. According to the Shari’a, those various beings are called angels and spirit beings.

    Reality requires it to be thus, for despite its small size and insignificance, the earth being filled with living and conscious beings, then emptied from time to time and once again repopulated suggests, indeed makes it clear, that the heavens too, in which are magnificent constellations and are like adorned palaces, should be filled with conscious and percipient creatures. Like men and jinn, those creatures are spectators of the palace of the universe, the observers of the book of creation, and the heralds of the sovereignty of dominicality. For the universe is arrayed and embellished with innumerable adornments, decorations, and ornaments, and self-evidently requires the thoughtful gazes of those who will appreciate it and wonder at it.

    Certainly, beauty requires a lover and sustenance is given to the hungry. However, man and jinn are able to perform only a millionth of this endless duty, this grand viewing, this extensive worship. That is to say, endless sorts of angels and spirit beings are necessary to perform these endless duties and diverse worship.

    As is indicated by certain narrations and the wisdom in the order of the universe, some kinds of travelling bodies, from planets to drops of water, are the mounts of one kind of angel. It may be said that they mount them with God’s permission and tour and gaze upon the manifest world. It also may be said that one type of animal bodies, from the birds of Paradise called ‘The Green Birds’(*[2]) in a Hadith, to flies, are the aircraft for a sort of spirit being. They enter them at God’s command, travel around the physical universe, observing the miracles of creation through the windows of the senses of the animals’ bodies.

    The Creator, Who continuously creates subtle life and luminous percipient beings from dense earth and turbid water, surely also creates conscious beings suitable for spirit and life, from those seas of light and even from the oceans of darkness. And He creates them in great abundance. The existence of angels and spirit beings has been proved with the certainty of two plus two equals four in my treatise entitled Nokta (Point), and in the Twenty-Ninth Word. If you wish, you may refer to them.

    SECOND STEP:

    The earth and the heavens are connected to one another like two countries under a single government. There are important relations and transactions between them. Things necessary for the earth like light, heat, blessings, and mercy in the form of rain come from the sky, that is, they are sent. According to the consensus of the revealed religions, which are founded on revelation, and the agreement of all those who uncover the mysteries of the universe, relying on what they have witnessed, the angels and spirit beings descend to the earth from the skies.

    From this it may be understood through a surmise so certain it can almost be felt that for the inhabitants of the earth there is a way to ascend to the heavens. Indeed, everyone’s mind, imagination, and gaze perpetually rise to the skies. So too, having discarded all heaviness do the spirits of the prophets and saints rise there with God’s permission, and having stripped off their bodies, the spirits of the dead. Since those who become light and subtle rise to the heavens, for sure, one sort of the inhabitants of the earth and the air who are clothed in what resembles a body and are light and subtle like spirits may rise there.

    THIRD STEP:

    The silence and tranquillity of the heavens, and their order and regularity, and vastness and luminosity, show that their inhabitants are not like those of the earth; they are obedient, they do whatever they are commanded. Because the country is vast there is nothing to cause overcrowding and disputes. Their natures are pure, they are innocent, their stations are fixed.

    On the earth, opposites come together, evils are mixed with good, and disputes start between them. For this reason, conflict and suffering are born. And from them examination and competition are set. And from them progress and retrogression occur. The wisdom in these facts is as follows:

    Beşer, şecere-i hilkatin en son cüzü olan meyvesidir. Malûmdur ki bir şeyin semeresi en uzak en cem’iyetli en nazik en ehemmiyetli cüzüdür. İşte bunun için semere-i âlem olan insan en câmi’ en bedî’ en âciz en zayıf ve en latîf bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve sanaten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mu’cizat-ı sanatın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri ve ma’kesi ve hadsiz hallakıyet-i İlahiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sağiresinde cevvadane icadın medar ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta numunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin süratle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin süratle değişen taklitgâhı ve besatin-i daimenin tohumcuklarına süratle sümbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

    İşte arzın (Hâşiye[3])bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki Kur’an-ı Hakîm, semavata nisbeten, büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor. Müker­reren رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ ال۟اَر۟ضِ der.

    Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden süratli tahavvülü ve devamlı tagayyürü iktiza eder ki sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülat olsun. Hem şu mahdud arz, hadsiz mu’cizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuştur. Enbiyadan, evliyadan tut tâ nemrutlara tâ şeytanlara kadar uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur. Madem öyledir, elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semaya ve ehline taş atacaklar.

    Dördüncü Basamak:

    Bütün âlemlerin Rabb’i ve Müdebbir’i ve Hâlık’ı olan Zat-ı Zülcelal’in, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve unvanları ve esma-i hüsnası vardır. Mesela, Ashab-ı Nebi safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve unvan ise o isim ve unvan iktiza eder ki melâike ile şeyatîn ortasında muharebe bulunsun ve ahyar-ı semaviyyîn ve eşrar-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelal, bir emir ile bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme unvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor.

    Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki nasıl ki bir padişahın daire-i hükûmeti itibarıyla ayrı ayrı pek çok unvanları, isimleri bulunur. Mesela, daire-i adliye onu “hâkim-i âdil” namıyla yâd eder. Daire-i askeriye onu “kumandan-ı a’zam” namıyla bilir. Daire-i meşihat onu “halife” ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu “sultan” namıyla tanır. Mutî ahali ona “merhametkâr padişah” derler. Âsi insanlar ona “kahhar hâkim” derler. Daha bunlara kıyas et. İşte bazı vakit oluyor ki bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âlî; âciz, zelil bir âsiyi bir emir ile idam etmiyor. Belki “hâkim-i âdil” ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir hem sadık bir memurunu taltife liyakatini biliyor. Fakat hususi ilmiyle, hususi telefonuyla onu taltif etmiyor. Belki haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet unvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar. Vezirine emreder, ahaliyi temaşaya davet eder. Bir istikbal-i siyasî yaptırır. Muhteşem bir imtihan-ı ulvi neticesinde, bir mecma-ı âlîde onu taltif eder, liyakatini ilan eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.

    İşte وَ لِلّٰهِ ال۟مَثَلُ ال۟اَع۟لٰى ezel ve ebed Sultanı’nın pek çok esma-i hüsnası vardır. Tecelliyat-ı celaliye ve tezahürat-ı cemaliye ile pek çok şuunatı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, cennet ve cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve unvan ve şe’n ise kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumî kanunlar misillü kanun-u mübarezenin dahi bir derece ta’mimini isterler. Kalp etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, tâ sema âfakında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar o kanunun şümulünü iktiza eder.

    Beşinci Basamak:

    Madem arzdan semaya gidip gelmek var. Semadan arza inip çıkmak oluyor. Ehemmiyetli levazımat-ı arziye, oradan gönderiliyor. Ve madem ervah-ı tayyibeler semaya gidiyorlar. Elbette ervah-ı habîse dahi ahyarı takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü vücudca letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve reddedilecekler. Çünkü mahiyetçe şeraret ve nühusetleri vardır.

    Hem bilâ-şek velâ şüphe, şu muamele-i mühimmenin ve şu mübareze-i maneviyenin âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır. Çünkü saltanat-ı rububiyetin hikmeti iktiza eder ki zîşuur için bâhusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellâllık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın. Nasıl ki nihayetsiz bahar mu’cizatına yağmuru işaret koymuş ve havârık-ı sanatına esbab-ı zâhiriyeyi alâmet etmiş. Tâ âlem-i şehadet ehlini işhad etsin. Belki o acib temaşaya, umum ehl-i semavat ve sekene-i arzın enzar-ı dikkatlerini celbetsin. Yani o koca semavatı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kale hükmünde, bir şehir suretinde gösterip haşmet-i rububiyetini tefekkür ettirsin.

    Madem şu mübareze-i ulviyenin ilanı, hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki hâdisat-ı cevviye ve semaviye içinde şu ilana münasip hiçbir hâdise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedaheten anlaşılır. Halbuki şu hâdisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hâdisat öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Âdem’den beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur.

    Altıncı Basamak:

    Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte bunun için Kur’an-ı Kerîm, öyle i’cazkâr bir belâgatla ve öyle âlî ve bâhir üsluplarla ve öyle gâlî ve zâhir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki kâinatı titretir. Mesela:

    Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse çıkınız, meseline işaret eden يَا مَع۟شَرَ ال۟جِنِّ وَال۟اِن۟سِ اِنِ اس۟تَطَع۟تُم۟ اَن۟ تَن۟فُذُوا مِن۟ اَق۟طَارِ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ فَان۟فُذُوا لَا تَن۟فُذُونَ اِلَّا بِسُل۟طَانٍ ۝ فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ۝ يُر۟سَلُ عَلَي۟كُمَا شُوَاظٌ مِن۟ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلَا تَن۟تَصِرَانِ ۝â yetindeki azametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl, ins ve cinnin gayet mağrurane temerrüdlerini, gayet mu’cizane bir belâgatla kırar. Aczlerini ilan eder. Saltanat-ı rububiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve bîçare olduklarını gösterir. Güya şu âyetle hem وَجَعَل۟نَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ âyetiyle böyle diyor ki:

    “Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşan’ın evamirine karşı geliyorsunuz ki yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler. Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki öyle azametli mutî askerleri var, faraza şeytanlarınız dayanabilseler onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelal’in memleketinde isyan ediyorsunuz ki ibadından ve cünudundan öyleleri var ki değil sizin gibi küçücük âciz mahlukları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şüvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar. Gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler.”

    Evet, Kur’an’da bazı mühim tahşidat vardır ki düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor.

    Hem bazen kemal-i intizamı ve nihayet-i adli ve gayet-i hilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zayıf bir şeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. Mesela, şu âyete bak: وَاِن۟ تَظَاهَرَا عَلَي۟هِ فَاِنَّ اللّٰهَ هُوَ مَو۟لٰيهُ وَجِب۟رٖيلُ وَصَالِحُ ال۟مُؤ۟مِنٖينَ وَال۟مَلٰٓئِكَةُ بَع۟دَ ذٰلِكَ ظَهٖيرٌ

    Ne kadar Nebi hakkına hürmet ve ne kadar ezvacın hukukuna merhamet var. Şu mühim tahşidat, yalnız hürmet-i Nebinin azametini ve iki zaîfenin şekvalarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini rahîmane ifade etmek içindir.

    Yedinci Basamak:

    Melekler ve semekler gibi yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür. Hattâ gökyüzünde her parlayana “yıldız” denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de nâzenin sema yüzünün murassa ziynetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde; Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal onları yaratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır. Ve yıldızların küçük bir nevini de şeyatînin recmine âlet etmiş. İşte bu recm-i şeyatîn için atılan şahapların üç manası olabilir:

    Birincisi: Kanun-u mübareze, en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remiz ve alâmettir.

    İkincisi: Semavatta hüşyar nöbettarlar, mutî sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilatından ve istima’larından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilan ve işarettir.

    Üçüncüsü: Muzahrefat-ı arziyenin mümessilât-ı habîseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habîse hesabına tecessüs ettirmemek için edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahaplarla red ve tarddır.

    İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimat eden ve Kur’an güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu yedi basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin manasını gör! O âyetin semasından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet! Biz dahi etmeliyiz ve رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِن۟ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِ beraber demeliyiz. فَلِلّٰهِ ال۟حُجَّةُ ال۟بَالِغَةُ وَ ال۟حِك۟مَةُ ال۟قَاطِعَةُ

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ

    On Beşinci Söz’ün Zeyli


    1. *Qur’an, 67:5.
    2. *Muslim, Imara, 121; Tirmidhi, Tafsir Sura iii:19; Ibn Maja, Jana’iz, 4; Jihad, 16; Darimi, Jihad, 18; Musnad, vi, 386
    3. Hâşiye: Evet, küre-i arz küçüklüğüyle beraber semavata karşı gelebilir. Çünkü nasıl ki daimî bir çeşme, vâridatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir. Hem bir ölçek ile bir şey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulatla, zâhiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvazeneye çıkabilir.
      Aynen öyle de küre-i arz, Cenab-ı Hak onu sanatına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medar ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlukat âlemlerine ölçek ve mazi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli yüz bin tarzda, masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddid gömleklerini nazara al, yani bütün mazisini hazır farz et. Sonra yeknesak ve bir derece basit semavata karşı muvazene et. Göreceksin ki arz, ziyade gelmezse noksan da kalmaz. İşte رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ sırrını anla.