الكلمة العشرون

    Risale-i Nur Tercümeleri sitesinden
    10.59, 21 Aralık 2023 tarihinde Said (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 54192 numaralı sürüm ("إنّ في القرآن الحكيم حوادثَ جزئية، ولكن وراءَ كل حادث يكمن دستور كلي عظيم. وإنما تذكر تلك الحوادث لأنّها طرف من قانون عام شامل كلي وجزء منه. فالآية الكريمة: ﴿ وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ﴾ (البقرة:٣١) تبيّن أنّ تعليم الأسماء معجزة من معجزا..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu)
    Diğer diller:

    الكلمة العشرون

    وهي مقامان

    المقام الأول

    بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

    ﴿ وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَ ﴾ (البقرة:٣٤)

    ﴿ اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً ﴾ (البقرة:٦٧)

    ﴿ ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً ﴾ (البقرة:٧٤)

    كنت أتلو هذه الآيات الكريمة يوما، فورد إلهام من فيض نور القرآن الكريم في نكات ثلاث ليصدّ إلقاءات إبليس!. وصورة الشبهة الواردة هي:

    قال: إنكم تقولون: إنّ القرآن معجِز، وفي ذروة البلاغة، وإِنّه هدىً للعالمين في كل وقت وآن، ولكن ماذا يعني ذكر حوادث جزئية وسردها سردا تاريخيا والتأكيد عليها وتكرارها؟ وما الداعي إلى ذكر حادثة جزئية كذبح بقرةٍ ضمن هالة من الأوصاف، حتى تسمّت السورة باسم «البقرة»؟. ثم إن القرآن يرشد أرباب العقول عامة ويذكر في كثير من مواضعه «أفلا يعقلون» أي يحيل الأمر إلى العقل، في حين أنّ حادثةَ سجود الملائكة لآدم أمر غيبي محض لا يجد العقل إليه سبيلا، إلاَّ بالتسليم أو الإذعان بعد الإيمان القوي الراسخ.. ثم أين وجه الهداية في بيان القرآن حالات طبيعية تحدث مصادفةً للأحجار والصخور وإضفاء أهمية بالغة عليها؟

    وصورة النُكَت الملهَمة هي الآتية:

    النكتة الأولى

    إنّ في القرآن الحكيم حوادثَ جزئية، ولكن وراءَ كل حادث يكمن دستور كلي عظيم. وإنما تذكر تلك الحوادث لأنّها طرف من قانون عام شامل كلي وجزء منه.

    فالآية الكريمة: ﴿ وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ﴾ (البقرة:٣١) تبيّن أنّ تعليم الأسماء معجزة من معجزات سيدنا آدم عليه السلام تجاه الملائكة، إظهارا لاستعداده للخلافة.

    Nev-i beşere, câmiiyet-i istidat cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envaına muhit pek çok fünun ve Hâlık’ın şuunat ve evsafına şâmil kesretli maarifin talimidir ki nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semavat ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüçhaniyet vermiş. Ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; melâikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, şeytanın secde etmemesi olan hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi pek büyük bir hakikati ihsas ediyor. Şöyle ki:

    Kur’an, şahs-ı Âdem’e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve şeytanın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev-i beşere kâinatın ekser maddî envaları ve o envaın manevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hâsselerinin bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habîseleri, o nev-i beşerin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bir tek Âdem’le (as) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.

    İkinci Nükte

    Mısır kıtası, kumistan olan Sahra-yı Kebir’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek’in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübareğin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş. Ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan “bakar”ı ve “sevr”i mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi o kıtada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “icl” meselesinden anlaşılıyor.

    İşte Kur’an-ı Hakîm, Hazret-i Musa aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakar-perestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor.

    İşte şu hâdise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvi bir i’caz ile beyan eder.

    Buna kıyasen bil ki Kur’an-ı Hakîm’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikir ve tekrar edilen Kıssa-i Musa’nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesi’nde, o cüz’î cümlelerin her bir cüzünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.

    Üçüncü Nükte

    ثُمَّ قَسَت۟ قُلُوبُكُم۟ مِن۟ بَع۟دِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَال۟حِجَارَةِ اَو۟ اَشَدُّ قَس۟وَةً وَاِنَّ مِنَ ال۟حِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِن۟هُ ال۟اَن۟هَارُ وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخ۟رُجُ مِن۟هُ ال۟مَٓاءُ وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَه۟بِطُ مِن۟ خَش۟يَةِ اللّٰهِ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَع۟مَلُونَ

    Şu âyeti okurken müvesvis dedi ki: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük meseleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?”

    Şu vesveseye karşı feyz-i Kur’an’dan şöyle bir nükte ilham edildi:

    Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki ancak Kur’an’ın îcaz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş.

    Evet, i’caz-ı Kur’an’ın bir esası olan îcaz hem hidayet-i Kur’an’ın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki Kur’an’ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumî düsturları, me’luf ve cüz’î suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmalen gösterilsin. İşte bu sırra binaendir ki Kur’an-ı Hakîm şu âyetle diyor:

    Ey Benî-İsrail ve ey benî-Âdem! Sizlere ne olmuş ki kalpleriniz taştan daha camid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira görmüyor musunuz ki o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar evamir-i İlahiyeye karşı mutî ve musahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki havada ağaçların teşkilinde tasarrufat-ı İlahiye ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de tahte’z-zemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizam ile hattâ damarlara karşı kanın cevelanı gibi muntazam su cetvelleri (Hâşiye[1]) ve su damarları, kemal-i hikmetle o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve ağaçların dallarının suhuletle suret-i intişarı gibi o derece suhuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taşlarda mümanaat görmeyerek evamir-i İlahî ile muntazaman intişar ettiğini Kur’an işaret ediyor ve geniş bir hakikati, şu âyetle ders veriyor ve o ders ile o kasavetli kalplere bu manayı veriyor ve remzen diyor:

    Ey Benî-İsrail ve ey benî-Âdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalp taşıyorsunuz ki öyle bir zatın evamirine karşı o kalp kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert taşların tabaka-i muazzaması, o zatın evamiri önünde kemal-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. İtaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevi’l-hayata, âb-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki Hakîm-i Zülcelal’in dest-i kudretinde, bal mumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir.

    Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuat-ı muntazama ve şu hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı İlahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor.

    Bakınız! En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl bal mumu gibi evamir-i tekviniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar ve memur-u İlahî olan o latîf sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi o latîf ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.

    Hem وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَه۟بِطُ مِن۟ خَش۟يَةِ اللّٰهِ ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın ucunu gösteriyor ki:

    “Taleb-i rü’yet” hâdisesinde, meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmiş âdeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp toprağa kalbolup nebatata menşe olur. Diğer bir kısmı taş kalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi için kudret ve hikmet-i İlahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber şeklini alıyorlar.

    Elbette o haşyetten, o yüksek mevkii terk edip mütevaziane aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığını, belki bir Hakîm-i Kadîr’in tasarrufat-ı hakîmanesiyle o intizamsızlık içinde zâhir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduğuna delil ise o taşlara müteallik faydalar, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı ve hüsn-ü sanatı; kat’î, şüphesiz şehadet eder.

    İşte şu üç âyetin hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur’an’ın letafet-i beyanına ve i’caz-ı belâgatına, nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatlerin uçlarını üç fıkra içinde üç vakıa-yı meşhure ve meşhude ile gösteriyor ve medar-ı ibret üç hâdise-i uhrayı hatırlatmakla latîf bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.

    Mesela, ikinci fıkrada der:

    وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخ۟رُجُ مِن۟هُ ال۟مَٓاءُ

    Şu fıkra ile Hazret-i Musa aleyhisselâmın asâsına karşı kemal-i şevk ile inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir manayı ifham ediyor ve manen diyor:

    Ey Benî-İsrail! Bir tek mu’cize-i Musa’ya (as) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır. Ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizat-ı Museviyeye (as) karşı temerrüd ederek ağlamayıp gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor.

    Hem üçüncü fıkrada der:

    وَاِنَّ مِن۟هَا لَمَا يَه۟بِطُ مِن۟ خَش۟يَةِ اللّٰهِ

    Şu fıkra ile Tûr-i Sina’daki münâcat-ı Museviyede (as) vuku bulan tecelliye-i celaliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-yı meşhureyi ihtar ile şöyle bir manayı ders veriyor ki:

    Ey kavm-i Musa (as)! Nasıl Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki taşlardan ibaret olan dağlar, onun haşyetinden ezilip dağılıyor ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu hem “taleb-i rü’yet” hâdisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?

    Hem birinci fıkrada diyor:

    وَاِنَّ مِنَ ال۟حِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِن۟هُ ال۟اَن۟هَارُ

    Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârika-nüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalplere veriyor ki şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına muvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz.

    Demek ki şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

    İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin her birine cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları cennettendir.” Şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki masarif ile vâridatın muvazenesi devam eder.

    İşte Kur’an-ı Hakîm, şu manayı ihtar ile şöyle bir ders veriyor ki der:

    Ey Benî-İsrail ve ey benî-Âdem! Kalp katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zat-ı Zülcelal’in evamirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i sermedî’nin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki Mısır’ınızı cennet suretine çeviren Nil-i Mübarek gibi koca nehirleri; âdi, camid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizat-ı kudretini, şevahid-i vahdaniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek cin ve insin kulûb ve ukûlüne isale ediyor. Hem hissiz, camid bazı taşları böyle acib bir tarzda (Hâşiye[2]) mu’cizat-ı kudretine mazhar etmesi, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi o Fâtır-ı Zülcelal’i gösterdiği halde, nasıl onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?

    İşte şu üç hakikate nasıl bir belâgat giydirilmiş, gör ve belâgat-ı irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki böyle hararetli şu belâgat-ı irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?

    İşte baştan buraya kadar anladınsa Kur’an-ı Hakîm’in irşadî bir lem’a-i i’cazını gör, Allah’a şükret.

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ

    اَللّٰهُمَّ فَهِّم۟نَا اَس۟رَارَ ال۟قُر۟اٰنِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَر۟ضٰى وَ وَفِّق۟نَا لِخِد۟مَتِهٖ اٰمٖينَ بِرَح۟مَتِكَ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ

    اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ عَلٰى مَن۟ اُن۟زِلَ عَلَي۟هِ ال۟قُر۟اٰنُ ال۟حَكٖيمُ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَح۟بِهٖ اَج۟مَعٖينَ


    Yirminci Söz’ün İkinci Makamı

    Mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an

    Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.

    وَلَا رَط۟بٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ

    On dört sene evvel (şimdi otuz seneden geçti) şu âyetin bir sırrına dair İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirimde Arabiyyü’l-ibare bir bahis yazmıştım. Şimdi arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenab-ı Hakk’ın tevfikine itimaden ve Kur’an’ın feyzine istinaden diyorum ki:

    Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’an’dan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerîme beyan ediyor. Öyle mi? Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri bazen nüveleri bazen icmalleri bazen düsturları bazen alâmetleri, ya sarahaten ya işareten ya remzen ya ibhamen ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’an’a münasip bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

    Beşerin sanat ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı sanat ve garaib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette umum nev-i beşere hitap eden Kur’an-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış. İki cihet ile onlara da işaret etmiştir:

    Birinci cihet: Mu’cizat-ı enbiya suretiyle…

    İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:

    قُتِلَ اَص۟حَابُ ال۟اُخ۟دُودِ ۝ اَلنَّارِ ذَاتِ ال۟وَقُودِ ۝ اِذ۟ هُم۟ عَلَي۟هَا قُعُودٌ ۝ وَهُم۟ عَلٰى مَا يَف۟عَلُونَ بِال۟مُؤ۟مِنٖينَ شُهُودٌ (Hâşiye[3]) ۝ وَمَا نَقَمُوا مِن۟هُم۟ اِلَّٓا اَن۟ يُؤ۟مِنُوا بِاللّٰهِ ال۟عَزٖيزِ ال۟حَمٖيدِ

    Keza فِى ال۟فُل۟كِ ال۟مَش۟حُونِ ۝ وَخَلَق۟نَا لَهُم۟ مِن۟ مِث۟لِهٖ مَا يَر۟كَبُونَ gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَال۟اَر۟ضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِش۟كٰوةٍ فٖيهَا مِص۟بَاحٌ اَل۟مِص۟بَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَو۟كَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِن۟ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَي۟تُونَةٍ لَا شَر۟قِيَّةٍ وَلَا غَر۟بِيَّةٍ يَكَادُ زَي۟تُهَا يُضٖٓىءُ وَلَو۟ لَم۟ تَم۟سَس۟هُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَه۟دِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَن۟ يَشَٓاءُ (Hâşiye[4]) âyeti, pek çok envara, esrara işaretle beraber elektriğe dahi remzediyor.

    Şu ikinci kısım hem çok zatlar onlarla uğraştığından hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan; şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifa edip o kapıyı açmayacağım.

    Birinci kısım ise mu’cizat-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı numuneleri misal olarak zikredeceğiz.

    Mukaddime:

    İşte Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın her birisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor.

    İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi mu’cizatlarından bahis dahi onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (as) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (as) bir mu’cizesi olan saati en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir.

    Bu hakikate latîf bir işarettir ki sanatkârların ekseri, her bir sanatta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Mesela, gemiciler Hazret-i Nuh’u (as), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (as), terziler Hazret-i İdris’i (as)…

    Evet, madem Kur’an’ın her bir âyeti, çok vücuh-u irşadî ve müteaddid cihat-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâgat ittifak etmişler. Öyle ise Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın en parlak âyetleri olan mu’cizat-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil belki onlar çok maânî-i irşadiyeyi tazammun ediyorlar.

    Evet, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle fen ve sanat-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayatına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuunatının âyinesi olduğu gibi müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvalinin âyinesidir.

    Şimdi misal olarak o çok vâsi menbadan yalnız birkaç numunelerini beyan edeceğiz:

    Mesela, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden وَ لِسُلَي۟مٰنَ الرّٖيحَ غُدُوُّهَا شَه۟رٌ وَرَوَاحُهَا شَه۟رٌ âyeti “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi katetmiştir.” der. İşte bunda işaret ediyor ki beşere yol açıktır ki havada böyle bir mesafeyi katetsin. “Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş.”

    Cenab-ı Hak, şu âyetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir abdim, heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavanin-i âdetimden güzelce istifade etseniz siz de binebilirsiniz.”

    Hem Hazret-i Musa aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden فَقُل۟نَا اض۟رِب۟ بِعَصَاكَ ال۟حَجَرَ فَان۟فَجَرَت۟ مِن۟هُ اث۟نَتَا عَش۟رَةَ عَي۟نًا …اِلٰى اٰخِرِ

    Bu âyet işaret ediyor ki zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden basit âletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: “Rahmetin en latîf feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi çalış, bul!”

    Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insan! Madem bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavanin-i rahmetime istinad etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilirsin, haydi et!”

    İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi, bir âletin icadıdır ki ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayat ve gayat-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki hal-i hazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

    Hem mesela, Hazret-i İsa aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair وَاُب۟رِئُ ال۟اَك۟مَهَ وَال۟اَب۟رَصَ وَاُح۟يِى ال۟مَو۟تٰى بِاِذ۟نِ اللّٰهِ Kur’an, Hazret-i İsa aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibaa beşeri sarîhan teşvik eder. Öyle de şu elindeki sanat-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbanîye, remzen tergib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.”

    Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de maddî dertlerin ilacı. İşte ölmüş kalpler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilacıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”

    İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyatından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

    Hem mesela, Hazret-i Davud aleyhisselâm hakkında وَاَلَنَّا لَهُ ال۟حَدٖيدَ ۝ وَاٰتَي۟نَاهُ ال۟حِك۟مَةَ وَفَص۟لَ ال۟خِطَابِ

    Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında وَاَسَل۟نَا لَهُ عَي۟نَ ال۟قِط۟رِ âyetleri işaret ediyorlar ki telyin-i hadîd, en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet, telyin-i hadîd yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak telyin-i hadîddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır.”

    Madem bir resule hem halife yani hem manevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline sanat vermiş. Lisanındaki hikmete sarîhan teşvik eder. Elbette elindeki sanata dahi tergib işareti var.

    Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor: “Ey benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki her şeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatini gösteriyor ve eline de öyle bir sanat verdim ki elinde bal mumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz o hikmet ve o sanat size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”

    İşte beşerin sanat cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyin-i hadîd iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.

    Hem mesela, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim.” olan hâdise-i hârikaya delâlet eden şu âyet قَالَ الَّذٖى عِن۟دَهُ عِل۟مٌ مِنَ ال۟كِتَابِ اَنَا اٰتٖيكَ بِهٖ قَب۟لَ اَن۟ يَر۟تَدَّ اِلَي۟كَ طَر۟فُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُس۟تَقِرًّا عِن۟دَهُ …اِلٰى اٰخِرِ İşaret ediyor ki uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hem masumiyetine hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir.

    Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:

    “Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.”

    Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum ve madem her bir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de ehl-i velayet misillü manen erişebilir. Öyle ise şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki rûy-i zemini, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

    هُوَ الَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ ال۟اَر۟ضَ ذَلُولًا فَام۟شُوا فٖى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِن۟ رِز۟قِهٖ وَاِلَي۟هِ النُّشُورُ daki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.”

    İşte beşerin nazik sanatlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayet hududunu şu âyet, remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

    Hem mesela, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervah-ı habîseyi teshir edip şerlerini men’ ve umûr-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler:

    مُقَرَّنٖينَ فِى ال۟اَص۟فَادِ …اِلٰى اٰخِرِ

    وَمِنَ الشَّيَاطٖينِ مَن۟ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَع۟مَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذٰلِكَ …اِلٰى اٰخِرِ

    âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki Cenab-ı Hakk’ın evamirine musahhar olan bir abdine, onları musahhar etmiştir.

    Cenab-ı Hak manen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”

    İşte beşerin, sanat ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve manevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi şu âyet, en nihayet hududunu çiziyor ve en faydalı suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi bazen kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervah-ı habîseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil belki tılsımat-ı Kur’aniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

    Hem temessül-ü ervaha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler hem فَاَر۟سَل۟نَٓا اِلَي۟هَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise medenilerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara, o pek ciddi ve ciddi bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil belki ciddi olarak ve ciddi bir maksat için Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrub etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki âyetler ona işaret eder. Ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi sanat ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.

    Hem mesela, Hazret-i Davud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair اِنَّا سَخَّر۟نَا ال۟جِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّح۟نَ بِال۟عَشِىِّ وَال۟اِش۟رَاقِ ۝ يَا جِبَالُ اَوِّبٖى مَعَهُ وَالطَّي۟رَ وَاَلَنَّا لَهُ ال۟حَدٖيدَ ve عُلِّم۟نَا مَن۟طِقَ الطَّي۟رِ âyetler delâlet ediyor ki: Cenab-ı Hak, Hazret-i Davud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı.

    Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır?

    Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünkü aks-i sadâ vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillah” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sümbüllenir.

    İşte Hazret-i Davud aleyhisselâma risaletiyle beraber hilafet-i rûy-i zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakiki olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

    Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı manevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelal’e tesbihatları vardır.

    وَالطَّي۟رَ مَح۟شُورَةً ۝ عُلِّم۟نَا مَن۟طِقَ الطَّي۟رِ cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman aleyhimesselâma, kuşlar envaının lisanlarını hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını, onlara Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar. Evet, madem hakikattir. Madem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahman’dır. İnsanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyûrun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse çok taifeleri var ki karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi birer mühim işte istihdam edilebilirler. Mesela, çekirge âfetinin istilasına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse ne kadar faydalı bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir.

    İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyûrdan istifade etmek, en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

    İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki:

    Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için mülkümdeki muazzam mahlukatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünudumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise her birinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlukatın da dizginleri kimin elinde ise ona râm olmanız lâzımdır. Tâ onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin. Ve onların dizginleri elinde olan zatın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız…

    Madem hakikat böyledir. Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvi bir eğlence-i masumaneye çalış ki dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin. Ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin. Ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acayibü’l-mahlukat mahiyetini göstersin. Ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.

    Hem mesela, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan قُل۟نَا يَا نَارُ كُونٖى بَر۟دًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِب۟رَاهٖيمَ âyetinde üç işaret-i latîfe var:

    Birincisi: Ateş dahi sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki Hazret-i İbrahim’i aleyhisselâm yakmadı ve ona “Yakma!” emrediliyor.

    İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki bürudetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak سَلَامًا (Hâşiye[5]) lafzıyla bürudete diyor ki: “Sen de hararet gibi bürudetinle ihrak etme.” Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise ateşin bütün derecatına ve umum envaına câmi’ olan cehennem içinde elbette zemheririn bulunması zarurîdir.

    Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü Cenab-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise Hazret-i İbrahim’in cismi gibi gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi gömleğini de yakmıyor.

    İşte bu işaretin remziyle manen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvari olunuz. Tâ maddî ve manevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”

    İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki bir maddeyi bulmuş ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise ona mukabil bak ne kadar ulvi, latîf ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak حَنٖيفًا مُس۟لِمًا tezgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.

    Hem mesela وَعَلَّمَ اٰدَمَ ال۟اَس۟مَٓاءَ كُلَّهَا “Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır.” diyor. İşte sair enbiyanın mu’cizeleri, birer hususi hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.

    Cenab-ı Hak (cc), manen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki:

    Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilafet davasında rüçhaniyetine hüccet olarak bütün esmayı talim ettiğimden siz dahi madem onun evladı ve vâris-i istidadısınız; bütün esmayı taallüm edip mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlukat üstünde en yüksek makamata gitmek ve zemin gibi büyük mahlukatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.

    Fakat sizin pederiniz bir defa şeytana aldandı, cennet gibi bir makamdan rûy-i zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek o semavata urûc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dürbünüyle, kalbinizle Rabb’inize bakasınız.

    Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehemm

    Şu âyet-i acibe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “talim-i esma” unvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latîf bir remz-i ulvi var ki:

    Her bir kemalin her bir ilmin her bir terakkiyatın her bir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o sanat kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.

    Mesela, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

    Mesela, tıp bir fendir hem bir sanattır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıp kemalâtını bulur, hakikat olur.

    Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakk’ın (cc) ism-i Hakîm’inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.

    İşte sana üç misal, sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et.

    İşte Kur’an-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyatında pek çok geri kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi arş ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmasından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.

    Hem mesela, hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine bir tek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı ve Hazret-i Âdem’e icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezalet, ifadesindeki belâgat, maânîsindeki câmiiyet, üsluplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden قُل۟ لَئِنِ اج۟تَمَعَتِ ال۟اِن۟سُ وَال۟جِنُّ عَلٰٓى اَن۟ يَا۟تُوا بِمِث۟لِ هٰذَا ال۟قُر۟اٰنِ لَا يَا۟تُونَ بِمِث۟لِهٖ وَلَو۟ كَانَ بَع۟ضُهُم۟ لِبَع۟ضٍ ظَهٖيرًا gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzarını, şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’cazından en zâhir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip azîm bir teşvik ile şiddetli bir tergib ile dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazirini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor.

    Hem öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enama koyuyor; güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi, o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak, netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.

    Elhasıl, sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı sanata işaret ediyor ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise esasat-ı sanat ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemalâtının fihristesini bir suret-i icmalîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye (asm) olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ise talim-i esmanın hakikatine mufassalan mazhariyetini; hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemalâtı ve saadâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor. Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki o tarz ile şöyle anlattırıyor:

    “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ, tezahür-ü rububiyete karşı ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.”

    Hem öyle bir surette ifade ediyor ki o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”

    Hem o Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezalet ve belâgat-ı Kur’aniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün envaıyla âhir zamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silahını cezalet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”

    Elhasıl: Kur’an’ın ekser âyetleri, her biri birer hazine-i kemalâtın anahtarı ve birer define-i ilmin miftahıdır.

    Eğer istersen Kur’an’ın semavatına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı (Hâşiye[6]) bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki Kur’an ne kadar parlak bir güneştir. Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i mümkinat üstüne nasıl safi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor bak.

    Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyat-ı beşeriyenin hârikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem her bir âyetin müteaddid manalara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir ve madem enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dair evamir-i mutlaka var. Öyle ise şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarîhalarına delâletle beraber, sanat ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet hem teşvik ediliyor, denilebilir.

    İki mühim suale karşı iki mühim cevap

    Birincisi:

    Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remiz ile hafî bir îma ile hafif bir işaretle zayıf bir ihtar ile iktifa ediyor?”

    Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’an’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret ancak düşer. Çünkü onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler o vakit pek az hak alabilirler.

    Mesela, tayyare-i beşer (Hâşiye[7]) Kur’an’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan seyyarat, arz, kamer; Kur’an namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”

    Eğer beşerin tahte’l-bahirleri, âyât-ı Kur’aniyeden mevki isteseler o dairenin tahte’l-bahirleri yani, bahr-i muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.”

    Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lambaları, hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler o dairenin elektrik lambaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”

    Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı sanat cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse o vakit, bir tek sinek onlara “Susunuz!” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-i ihtiyarıyla kesbedilen bütün ince sanatlar ve bütün nazik cihazlar toplansa benim küçücük vücudumdaki ince sanat ve nâzenin cihazlar kadar acib olamaz.

    اِنَّ الَّذٖينَ تَد۟عُونَ مِن۟ دُونِ اللّٰهِ لَن۟ يَخ۟لُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اج۟تَمَعُوا لَهُ …اِلٰى اٰخِرِ âyeti sizi susturur.”

    Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip o daireden haklarını isterlerse o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.

    Halbuki siz ekseriyet itibarıyla şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünya-perestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-i ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem sanatkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa o hassas zatlara şu remiz ve işarat-ı Kur’aniye sa’ye teşvik ve sanatlarını takdir etmek için elhak kâfi ve vâfidir.”

    İkinci suale cevap:

    Eğer desen: “Şimdi şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki Kur’an’da sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın hârikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan her şey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’an, onları sarahatle zikretmiyor, tâ muannid kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”

    Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlahî bir tecrübedir. Tâ ervah-ı âliye ile ervah-ı safile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor; tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtiladır ve bir müsabakaya sevktir ki istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin.

    Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse sırr-ı teklif bozulur. Âdeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ yazmak misillü bir bedahete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (Hâşiye[8]) beraber kalacaklar.

    Elhasıl: Kur’an-ı Hakîm, hakîmdir. Her şeye, kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’an, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyat-ı insaniyeyi görüyor ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir.

    Demek Kur’an, öyle bir zatın kelâmıdır ki bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

    İşte mu’cizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an…

    اَللّٰهُمَّ فَهِّم۟نَا اَس۟رَارَ ال۟قُر۟اٰنِ وَ وَفِّق۟نَا لِخِد۟مَتِهٖ فٖى كُلِّ اٰنٍ وَ زَمَانٍ

    سُب۟حَانَكَ لَا عِل۟مَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّم۟تَنَٓا اِنَّكَ اَن۟تَ ال۟عَلٖيمُ ال۟حَكٖيمُ

    رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذ۟نَٓا اِن۟ نَسٖينَٓا اَو۟ اَخ۟طَا۟نَا

    اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّم۟ وَ بَارِك۟ وَ كَرِّم۟ عَلٰى سَيِّدِنَا وَ مَو۟لٰينَا مُحَمَّدٍ عَب۟دِكَ وَ نَبِيِّكَ وَ رَسُولِكَ النَّبِىِّ ال۟اُمِّىِّ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ اَص۟حَابِهٖ وَ اَز۟وَاجِهٖ وَ ذُرِّيَّاتِهٖ وَ عَلَى النَّبِيّٖينَ وَ ال۟مُر۟سَلٖينَ وَ ال۟مَلٰئِكَةِ ال۟مُقَرَّبٖينَ وَ ال۟اَو۟لِيَاءِ وَ الصَّالِحٖينَ اَف۟ضَلَ صَلَاةٍ وَ اَز۟كٰى سَلَامٍ وَ اَن۟مٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ ال۟قُر۟اٰنِ وَ اٰيَاتِهٖ وَ حُرُوفِهٖ وَ كَلِمَاتِهٖ وَ مَعَانٖيهِ وَ اِشَارَاتِهٖ وَ رُمُوزِهٖ وَ دَلَالَاتِهٖ وَاغ۟فِر۟لَنَا وَار۟حَم۟نَا وَ ال۟طُف۟ بِنَا يَا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلَاةٍ مِن۟هَا بِرَح۟مَتِكَ يَا اَر۟حَمَ الرَّاحِمٖينَ

    وَ ال۟حَم۟دُ لِلّٰهِ رَبِّ ال۟عَالَمٖينَ اٰمٖينَ


    1. Hâşiye: Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelal tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek ancak Kur’an’a yakışır.
      İşte birinci vazifesi: Toprağın kudret-i Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdiği gibi kudret-i İlahiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor.
      İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelanına hizmetidir.
      Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enharın muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.
    2. Hâşiye: Nil-i Mübarek, Cebel-i Kamer’den çıktığı gibi Dicle’nin en mühim bir şubesi, Van vilayetinden Müküs nahiyesinde bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat’ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mayiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan سُبْحَانَ مَنْ بَسَطَ الْاَرْضَ عَلٰى مَاءٍ جَمَدْ kat’î delâlet ediyor ki asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlahî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlahî ile toprak olur. Tesbihteki “arz” lafzı, toprak demektir. Demek o su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevi’l-hayata makar eder.
    3. Hâşiye: Şu cümle işaret ediyor ki şimendiferdir. Âlem-i İslâm’ı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâm’ı mağlup etmiştir.
    4. Hâşiye: يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.
    5. Hâşiye: Bir tefsir diyor: سَلَامًا demese idi, bürudetiyle ihrak edecekti.
    6. Hâşiye: Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları; yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.
    7. Hâşiye: Şu ciddi meseleyi yazarken ihtiyarsız olarak kalemim üslubunu, şu latîf latîfeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki üslubun latîfeliği, meselenin ciddiyetine halel vermesin.
    8. Hâşiye: Ebucehil-i Laîn ile Ebubekir-i Sıddık müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zayi olacak.